Ragıp Karadayı

Türkiye

Sanki sönmüş kürenin üstünde tek başına kalmıştı!..

Eylül ayında köyün üstünden son sıcak dalgaları geçiyordu. Her tarafta yine hummalı çalışma var. Seneler sonra bu İsmail Atakul isimli köylüm, ortaokuldan ve öğretmen okulundan arkadaşım oldu. Bu meseleyi sorduğumda: "Ya Ragıp olacak şey mi Koca taşların arasından çakmak çakmak bakan iki gözden maada bir şey görmezsen sen ne yapardın Yüz yok orta

Nerede acı çeken birini görsem hep içim yanar

Bir gün sabah erkenden kalktım; anacığımın yanına koştum, pek kederliydi. Sessizce ağlıyordu. Yaz sıcaklarında kavak ve söğüt ağaçlarının altı ne serin olurdu! İnsanların, kırlardan kendisine kadar gelemeyen güzel kokularını içlerine çekmek için burun deliklerini genişlettiğini sanıyordum. Bir gün sabah erkenden kalktım; anacığımın yanına koştum,

"Köyü, sokakları, komşuları tanımaya çalışıyorduk..."

Hayat bütün hızıyla devam ederken çocuk aklım fikrim hep babacığımdaydı... Babacığım, İstanbul dönüşünde abimin okuduğunu görsün istiyorlardı. Onun dışında hiç de iyi olmazdı. Her şeye eyvallah derdi lakin bu husustaki gevşekliği affetmezdi. Keyfiyeti çok iyi bilen ailemizin alakası ondandı. Tarlaya çayıra, mala davara dokundurmazlardı. Bir bardak

Güz akşamları, aileler kapı önlerinde otururdu burada

Anacığımdan beklediğim tepkiyi alamayınca; yakındaki bir taşın üstüne çöküverdim. Bacalardan evin önüne zıpladım: - Hayriye bacı Hayriye bacı! O zaman Osman Amcam, Ömer Amcam, Yaşar Ablam, ezelerim anacığıma hep "Hayriye Bacı" dediklerinden biz de öyle hitap ediyorduk anacığıma. Seneler sonra ancak "ANA" demeye başlayabildik, o da kolay olmadı - N

Zamanla alıştığım köyümde ilk defa sokağa çıkmıştık ki!

"Üzülmeyin burası ecdat yurdu, öz ata, dede toprağınız, hakiki yuvanız. Köyünüze hoş geldiniz" Sabahtan beri bize arkadaşlık eden kızıl nar bir küre gibi güneş, ufka gelmiş ve hatta onu aşmıştı ama biz hâlâ köyümüz diyebileceğimiz bir yere varamamıştık. Amcamın; "Az kaldı uşaklar" dediği yer; neredeydi ki görünmüyordu Sonradan öğrendiğim Ağdaş de

"Siz en emin yoldan gelmişsiniz, bundan sonrası kolay dadaşım..."

Nereden gelip nereye gidiyorlarsa, karı-koca olduğunu tahmin ettiğim bir aile de gözenin başında mola verdi... Büyüklerimizin, bir efsaneymiş gibi anlattıkları bu taş döşeli yol, hâlâ hizmet verebilecek sağlamlıktaydı... Eşya ve erzak yüklü kağnıları çeken öküzlerin çok yorulduğunu ifade eden Osman amcam, mola vereceğini haber verince ne kadar da

Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra...

"Bu şerefli mesleğin bütün inceliklerini öğrenip sağ salim dönmeni bekleyeceğim Hoca!.." Hayriye Hanım "Zor seçim" deyince Lütfü Hoca: - Elbette kolay değil! Neticede ikimiz, hatta çocuklar da kazanacaklar! Yoksa bu köy okumasıyla mihraba geçemem, utanırım Rabbimden. Yaş daha geçmeden, çocuklar iyice büyüyüp yükümüz de artmadan gidip geleyim isted

"Destan gibi rüyaymış! Hak teâlâ hayra tebdil eylesin..."

"Bu iş başka Hayriye Hanım! Çok farklı! Kendimle mukayese ettim; okuduklarımdan utandım..." Lütfü Hoca, hararetle rüyasını anlatıyor, Hayriye hanım da pürdikkat dinliyordu: -Hafif dalıp gittiğim mürgülemeler ve küçük kâbuslar, uzaktan ve derinden beni çağırıyorlar; "Hafız Lütfü, Hafız Lütfü!" diye durmadan ismimi söylüyorlar yüksek sesle. Yanı baş

"Ben İstanbul'a gitmeye karar verdim Hayriye Hanım!.."

"Hoca Efendi, sen böyle değildin! Ne oldu Allah'ını seversen anlat da biz de bilelim!.. Keyfin de yok! Hasta mısın" Keçesor'da vazife yaparken enteresan bir hadise yaşıyor: Köye o zaman İstanbul medreselerinde tahsil görmüş bir hoca efendi gelmiş misafir olarak. Akrabaları varmış, tabii vakit namazlarına camiye teşrif edince Lütfü Hoca da okumuş

Harp sonrası, ayakta kalma mücadelesi veriyorlardı...

Çok zor şartlarda askerlik yapıp terhis olduktan sonra Dönertaş köyüne gelmiş ve orada evlenmişti... Bir müddet sonra da ikinci hafızın dinlenmesine sıra gelmiş. Yirmi beş cüz okuduktan sonra kalmış. Cemaat, "Hafızımız, hafız olmuş tamam, kabul ettik" deseler de Halil Hoca; "Otuz cüz tamamlanmadan icazet vermem" deyince itirazlar kesilmiş ama Haf