"Köyü, sokakları, komşuları tanımaya çalışıyorduk..."

Hayat bütün hızıyla devam ederken çocuk aklım fikrim hep babacığımdaydı... Babacığım, İstanbul dönüşünde abimin okuduğunu görsün istiyorlardı. Onun dışında hiç de iyi olmazdı. Her şeye eyvallah derdi lakin bu husustaki gevşekliği affetmezdi. Keyfiyeti çok iyi bilen ailemizin alakası ondandı. Tarlaya çayıra, mala davara dokundurmazlardı. Bir bardak su dahi istemezlerdi. Ben ve Sagıp çok küçük olmalıyız ki çoğu zaman evde veya kapının önünde tutuluyor, sokağa bile rahat çıkamıyorduk. Köyü, sokakları, komşu çocuklarını tanımaya çalışıyoruz uzaktan uzağa Hayat bütün hızıyla devam ederken çocuk aklım fikrim hep babacığımda, o olmadan ne top oynayan çocukların arasına katılabilecek, ne de kamyonların arkasından asılabilecektim. Babasız hayatın tadı yoktu. Bana öyle geliyordu her nedense. Hele Gökdağ'dan kopup gelen çayın üzerindeki tek tahta köprü Sanki mimarlık harikası gibi görünüyordu bana. Onun üzerinde koşmak, tahtaların çıkardığı sesi dinlemek ne kadar hoştu. Köyümüze can veren çay, yağmur yağdığında köpürerek akar, yuvarladığı taşların birbirine çarpmasından çıkan sesten de pek korkardım. Billur gibi akan bu serin su, sel zamanlarında köprünün tavanına kadar ulaşır, parmaklıklar arasından sarı, mor ya da mavi karışımı boz bulanık bir mayi akardı. Kıyıya yakın sıralanmış köylüler, meraklı gözlerle suda bir şeyler arardı ki hepsinin de kolları, paçaları hep sıvalı olurdu. Damların üzerinde hedik, un için yıkanmış buğdaylar hasırların üzerinde ince bir tabaka hâlinde serilirdi. Uzun sırıklarda yatak yorgan, duruma göre kazak, çorap olacak kahverengi yün çileleri kurutulurdu. Kurutma denilince aklıma neler gelmedi ki: Rahmetli ninem evelik yapraklarını toplar saç örgüsü gibi örer, kurumaya bırakırdı, Kara kabakların kabuklarını soyar, içini temizler ince parmak kalınlığında şerit şeklinde keser kuruturdu. Meyve ve sebze kurutma işi çok yaygındı. Hakeza, çarık lobiye dediğimiz fasulyeler, tazeyken birkaç parçaya bölünür kurutulurdu. Kazanlar dolusu yoğurt