Ragıp Karadayı

Türkiye

"Hadi, seni bir yere götüreyim..."

Masada mütebessim bir zat-ı muhterem oturuyordu. Siması ise bir yakınım gibi çok tanıdık geliyordu!Yeşilay İş Hanının bir katında bulunan ofise erkenden geldim her daim yaptığım gibi. Gülerek, çok samimiymişim gibi selâm verdim, gürültüden alıp-almadıklarını bile duymadım. Gırgır, şamata içindeki gençler coşkulu bir şekilde şakalaşıyor, çay, kahve

İstanbul'un âşıkları çoktu,peki ya İstanbul kime âşıktı..

İçinden nehirler geçen şehirler olduğunu birçok insandan duymuştum ama içinden deniz geçen şehri tek başıma keşfediyordum.Ellere bak ellere!Sır verilmez ellere!Dua etmek gerekir,Öpülecek ellere!Yara sızlar yara sızlar,Kan akıyor yara sızlar.Yaralının durumunu,Nasıl bilir yarasızlar!VALLAHİ ÖLÜM VAR!Yeni çevrem, işim, ideallerim birbirleriyle amansı

Kısa,açık ifadelerle diyeceğimi der, lafı eğmez, bükmezdim...

İnsanların problemlerini dinlemeyi, rıza-i ilahi için yardımcı olmayı ihmal etmezdim elimden geldiğince.Keyfimi, az çalışıp çok kazanmayı, başkalarına hava atmayı, şımarıklığı, kavgayı, gürültüyü, haddini aşmayı, ukalâlığı, kendini beğenmişliği sevmedim, tabii böyle olanları daİnsanların problemlerini dinlemeyi, rıza-i ilahi için yardımcı olmayı ih

"Buralar, hicret, fukaralık, eşkıya baskınları yaşadı!"

Müşterek tanıdıklarımızın olduğu da anlaşılınca ömür boyu sürecek dostlukların da ayaküstü temelleri atılıvermişti o kısa zaman içinde.Onlarla el sıkışıp merhabalaşırken bir üçüncü kişi daha geldi. Üçüncüsü orta boylu, zayıfça, düşük omuzlu. Sonradan öğrenecektim onu, ikinci tanıştığımız gencin küçük kardeşiymiş. O, "DİNLE EVLAT! SANA SÖYLEYECEK Bİ

"Söz gümüşse sükût altındır"deyip susmayı öğrendik...

İlk defa büyük bir şehirde, büyük bir gazetenin çok satan bir dergisine gidip genel yayın müdürüyle tanışacaktım...Biz yaşadığımız toplumdan edebi, hürmeti, muhabbeti, her mevzuda konuşmamayı, bilhassa "Söz gümüşse sükût altundur..." deyip susmayı öğrendik, öyle de büyütüldük elhamdülillah. Lakin bu kıymetlerin farkında olmayanlar da azımsanmayacak

"Burada bir hemşehrinvar, tanıyor musun komutanım"

"Bu hemşehrilik, bize aydınlık bir dünyanın, ebedîsaadetin ufuklarını aralayacakmış meğerse. Nereden bilebilecektim ki"Personel müdürümüz Muhlis Bey:- Hadi gözün aydın askere çağrılıyorsun!- Aaa! Nereden çıktıyahu,sırası mı- Sen öğretmen olarak askerliği yapmaya müracaat etmemişsin!- Aklıma bile gelmedi.- O zaman hadi, hayırlısı.- Deme ya!- Maalese

Giden gece, daha gölgedeneteklerini toplayamamıştı...

"Yâ Rabbi, kaç kişinin hayat sürdüğü bu koca kasabada yalnız kalmış gibiyim, hikmetinden suâl olunmaz, kim bilir ne hikmeti vardır..."Kilitli kapı önünde, iki büklüm, avuçlarımı açtım ağlayarak bir duâ ettim ki sormayın. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kırk mumluk sarı, zayıf ampül, sönük ışığ

Artık iyice ümidimi kesmiştim!..

Olup biteni anlamak, biraz hava almak için dışarı çıktım. Dikkatlice sağa, sola bakındım...Câmi müdavimleri üç asker, bir muallim ve imâmdan ibaretti. Hepsi beş kişiydi! Gelmek isteyenler varsa da, galiba üzerlerindeki baskıdan dolayı gelemiyorlardı. Yoksa bu mübârek günde bu mütevâzımâbedi boş bırakmaz, mutlaka doldururlardı.Olup biteni anlamak, b

Bir taraf derin uykudayken,diğerleri topyekûn ayaktaydı

Lojmanlara ölü sessizliği hâkimdi. Tek tük lambası açık olanlar da koyu karanlığın içinde sönük ateş böcekleri gibi cılız görünüyordu.Dumlu'nun başıboş köpekleri, yol boyunca peşime takılmışlar... Hâkim tepede Paşanın konağı... Yüzelli, ikiyüz metre ileride, akşamki ışıltılı havasından uzak, sönmüş bir volkan gibi simsiyah duruyor İçimden; "Allahü

Hoca bilir ama kırıktır kolu, bu dünya hayatı şer ile dolu!

Sene 1979Mektepler henüz açılmamış.Sıcak havalarda ve uzun günlerde oruç tutmanın tatlı bir telaşı var içimizde...Omuzlar üstünde taşırlar seni,Kefenin bezdendir, yoktur deseniNe geleni belli ne de gideni,Hoca bilir ama kırıktır kolu.Bu dünya hayatı şer ile dolu!HOCA olsan dahi sığın Rahmana,O zaman dalarsın bahr-i ummana.Kim dur diyebilir akan zam