Ragıp Karadayı

Türkiye

Her taraf billur gibi parlak,oldukça da ışıltılıydı...

Çiseleyen karla karışık yağmurun dallara, binalara çarparken çıkardığı ahenkli ses, derin bir fısıltı hâlinde kalbime huzur veriyordu...Ertesi günü yine piyade yürüdüm. Yerler, yer yer çamurdu. Çiseleyen karla karışık yağmurun dallara, binalara çarparken çıkardığı ahenkli ses, derin bir fısıltı hâlinde kalbime huzur veriyor, yanık sesli bir annenin

Öyle bir ferahlamıştım ki anlatmam mümkün değil...

Uyandığımda hâlâ o heyecan içindeydim. Kalbim yerinden kopacakmış gibi küt küt atıyordu. Kan-ter içinde kalmıştım.Nihayet saatler su gibi aktı, geçti. Ne kadar tesirinde kalmışım ki akşam dönüşü servise binmedim o adamı bir daha görmemek, kinayeli sözlerini duymamak için. Kara, soğuğa aldırmadan yollara düştüm. Hem açık iş yerlerine uğrayıp gazete

Bu sabah, çok sevdiğim işime büyük bir sıkıntıyla gidiyordum

"Münakaşanın, münazaranın galibi yoktur. Dostun dostluğunu giderir, düşmanın da düşmanlığını artırır."Çok mahcup oldum, utandım, sıkıldım, o kadar soğuğa rağmen terler dökmeye başladım. Ben ne fena şey yapmışım da haberim yokmuş meğer! O kadar yaya yürüdüğüme mi yanayım, yoksa bu dinlediklerime mi, bilemiyordum. Trafik zaten insanı çıldırtıyordu bi

Kar, soğuk, uzun zamandır yürüyüş,beni iyice yormuştu

Lapa lapa kar yağışı devam ediyordu. Gri bir kubbeyi andıran dumanlı havadan dolayı birkaç metre ilerideki arabalar fark edilemiyordu.Düşe kalka geçtiğim sokaklar, öbek öbek kar yığınlarıyla kaplıydı. İstanbul İstanbul olalı herhâlde böyle bir kar yağışı görmemişti. Akşamdan sabaha kadar yağan kâr neredeyse şehri teslim almıştı. Trafik iyice şişmiş

"Bu yazdıklarım taşkın, ipesapa gelmez nefsim için!"

Küçük bir dağ köyünden çıkmış, hayatı insanları anlamaya, dünyayı tanımaya çalışırken hep örselenen bir garip olmuştum...Bütün hayâtım, gücüm kuvvetim nisbetinde hep çalışmakla, zorluklarla mücâdeleyle geçti. Ne kadar hamd ve şükretseydim de yine de azdı. Küçük bir dağ köyünden çıkmış, hayatı insanları anlamaya, dünyayı tanımaya çalışırken hep örse

DedikodularSultan Mahmud'un da kulağına giderlakin inanmaz!

"Çobanvezir"in bir âdeti varmış, her akşam ve sabah ilk geldiği kulübesine uğramadan edemezmiş... Kıskanç saraylılarhiç boş durur muSeneler seneleri kovalar, bizim çoban, öyle yetişmiş, kendini geliştirmiştir ki saymakla bitmez. Arabi, Farisi öğrenir, hesap, kitap işlerinde aranılan biri olur ve bir gün hazinelerden mesul başvezir rütbesine yükseli

"Seni sarayıma davet ediyorum"

"Sultanım ben saraylara yakışmam, kaba saba bir köylüyüm lütfen bağışlayın..."Biraz sonra taze kaynatılmış süt, peynir, un helvası, pastırma ve ekmek getirir, afiyetle yerler.Hükümdarın adamları da uzaktan bu ateşin dumanını görür, onlar da;"Sultanımız bize işaret olarak yakmıştır bu ateşi..." diye düşünerek oraya gelirler. O zamana kadar misafirin

O ne aşk, ne şevk, ne bitmez tükenmez enerjiydi öyle...

Bir gün çok yoğun çalışmış masama oturmuştum ki telefon çaldı. Telefona çıkarken her zaman dikkatli de olurdum...Bu dönemde fukaralık ve maddi sıkıntılar görmesem de gazetecilik imkânları çok farklıydı. Bir Ehl-i sünnet vel cemaatin kaptan köşkünün hemen yanı başında bulunuyordum her şeyden önce. Bu ne demekti Bunu çok iyi anlamam ve kavramam lazım

"Allahü teâlâ onun yolunu da bahtını da açık eylesin..."

"Oğlum bana niçin demiyordun ki; ben bir gazetede çalışmıyorum, bir âlimin yanında ilim, irfan öğreniyorum... Ben de o zaman rahat ederdim..."Enver abi, pederim olduğunu anlayınca da odasına davet etti babamı... Bir müddet sohbet oldu, çaylar içildi. Müsaade isteyip merdivenlerden aşağı inerken babam:"Oğlum bana niçin demiyordun ki; ben bir gazeted

Dudaklarımdan; "işte dünya bu" kelimeleri dökülüverdi...

Daha genç sayılırdım. Henüz yirmi altı yaşlarında var yok. Şaşkın ördek derler ya işte o neviden yerini bulamamış, pimi çekilmiş el bombası...Hafızamdaki kötü, karamsar dünyaları, görünmez bir elle iteleyip daha aydınlık, huzur, saadet dolu, yüzüme gülücükler dağıtan âlemlere yöneldim. Farkında olmadan rahatladım. Dudaklarımdan; "işte dünya bu" kel