Devlet âciz kalmıştı

Yurdumuz kıtalar arasında ve çok stratejik bir coğrafyada. İyi ama bir taraftan Asya sıkıştırıyor bir taraftan Avrupa. Çok zelzele yaşadık yine yaşayacağız bundan sonra. Kaldı ki iklimler de kaydı, göller kuruyor, ormanlar yanıyor, diğer yanda seller baskınlar, heyelanlar yaşanıyor. Devletlüler daha evvel de toplanır konuşurlardı ama temenniden öte gitmez, açılış, kapanış selamlama... Kürsü genelde siyasetçilere kalır, dönerdi parti programına. 17 Ağustos milat oldu. Ağır bir bedel ödedik ama ciddi adımlar da atıldı o tarih itibarıyla. Evet eskiden de Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri, Sağlık, Ulaştırma bakanlıkları, aç parantez DSİ, YSE, Karayolları, belediyeler, valilikler, sivil savunma vardı... Lakin arada koordinasyon olmayınca... BİR ÇATI ALTINDA Bu yüzden 2009 yılında çıkarılan bir yasa ile tek elde toplandılar. Doğrudan valiye bağlı İl Afet ve Acil Durum Müdürlükleri kuruldu, teknolojik cihazlarla donatıldı, eğitim aldılar, tatbikat yaptılar. Bu iş bir ilim. Sadece insan kurtarmanın değil bina yıkmanın da usulü erkanı var. Molozlar nasıl değerlenecek yeni şehir nereye kurulacak Neticede elimizde mutena bir kadro oldu, Haiti'den Japonya'ya, Şili'den Myanmar'a yardıma koştular. Libya, Tunus, Mısır ve Suriye'ye insani yardım ulaştırdılar. Unutmadık! Unutmayacağız! Unutturmayacağız desek de 17 Ağustosu unuttuk gitti sonunda. Belki o da bir nimet, korkuyla yaşanır mı yıllarca Hatırlarsınız ilk sene teyakkuzdaydık, otomobilini satan minibüs almış, hali vakti olanlar kulübe çaktırmıştı kenara. En azından bir kriz çantası hazırlamış, koymuştuk koridora. O çanta kim bilir nerede Sargı bezleri çürümüş, tentürdiyotlar kurumuştur ihtimal. Cenin pozisyonu nasıl oluyordu sahi, masanın altına mı yatıyorduk sallantı başlayınca BALIK BAŞTAN... 17 Ağustos'ta yaraların tez sarılacağını sanıyordum taa ki felaketin üçüncü günü İzmit'in İstanbul çıkışında Başbakan Bülent Ecevit'i izleyene kadar. Gözü yaşlı baba yalvarıyordu "evladımın sesi geliyor, iş makinasından vazgeçtim, bi darbeli matkap verin bana..." Alamadı, girdiler koluna uzaklaştırdılar. Eğer bir başbakan bu kadar acizse çok beklerdik moloz altında. Hoş, Ecevit'in AFAD'ı, UMKE'si mi vardı Kimi katabilirdi arkadaşın yanına Ulaşım ve haberleşme çökmüş, emir komuta kopmuştu, çaldığın bütün kapılar boş, bildiğin kargaşa. Rafineri alev alev yanıyor, seyrediyor, petrol bitsin diye bekliyorlar şaşkınlıkla. ÇADIR TİYATROSU Kızılay depoları perişandı, makarnalarla deterjanları üst üste yığmışlar. Ağzı laf yapanlar üç çadırı birden götürüyor, sessizler dertlerine yanıyor. Zaten çadırlar fi tarihinden kalma. Şeker Ahmet Paşanın tablolarını hatırlayın, işte onlardan... Mahzenlerde gevremişler, gerince yırtılıyor. Kızılay Başkanı Kemal Demir 80'ine merdiven dayamış bir rejim müdafii. Afetten haberi yok ilke ve inkılap pazarlardı şakşakçılarına. Ankara Otelin süitinde kalır, balolar tertip ederdi mektep çocuklarından topladığı paralarla. Eski bir CHP mebusu, İnönü ve Melen'in Sağlık Bakanı, derin bir amca. 20 yıl tahtta kaldı, görevi kötüye kullanmaktan yargılandı sonunda. Yazacak çok şey vardı da, elimiz gitmiyordu, Hilal-i Ahmerin güzel hatırına. İyi ki de aşındırmamışız, o gün Kocaeli'ye ulaşamayan Kızılay, bugün Somali'ye uzanıyor rahatlıkla. DOĞUSUYLA BATISIYLA 1999'da millet üstüne düşeni fazlasıyla yaptı, arabasına ekmek, su ve gıda dolduran koştu afetzedelerin yanına. Bu gücü de organize edemedik, iç mahalleler acından kıvranırken, ekmek dağları yükseldi yol boylarında. Binlerce somun, güneşin alnında, tozun toprağın ortasında. Devlet o kadar yoktu ki defin kağıdı bile veremedi vatandaşa. Buz pateni pistine dizilenler kaç gün yattı bilmiyorum ama cesetler kokmaya başlamıştı sokak aralarında. Millet naaşı kendi kaldırıp, gömüyordu mezara. Niye beklesin ki devlet gelmeyecekti nasıl olsa... BİR MUSİBET Ve o afet "zemin etüdü" diye bir tabiri soktu kafamıza. Kartal, Pendik, Tuzla merkez üsse daha yakındı ama yıkım nerede oldu Taaa Avcılar'da! İzmit Alikahya'da gözle görülür bir şey yoktu, lâkin 50 km uzaktaki Sakarya, Hiroşima'ya döndü âdeta. Eee mısır tarlasına apartman dikersen olacağı bu, taban araziler sıvılaşıyordu sıkışınca. Adapazarı İsmet İnönü Caddesi korku filmi gibiydi, evler yatmış yıkılmış, duvarlar dökülmüş perdeler kefen gibi sallanıyor. Bankalar caddesi bildiğin ondüle, hani deniz dalgalanır ya. Halk şuursuz, amcam mobilya mağazası, cafe, oto galeri için kolon kesmiş, binalar zaten muallakta. Hâlbuki Adapazarı 1960'ta da zelzele yaşıyor. Demirel Başbakan o sıra. "Şehri bilimin ışığında inşa edeceğiz" diyor iki kattan fazlasına yasak geliyor. Derken ufak ufak üçüncü katlar filizleniyor. Her seçimde imar affı çıkıyor ve 6 kata varıyor sonunda. BİN NASİHATTEN Yıkıntılar arasında dolanırken betonlar oğuluyordu ayağımızın altında, tut iki parçayı tokuştur un ufak oluyor. Demirler kıpkırmızı pas, tırnağınızla dokunun, kabuk kabuk kalkıyor. Şimdi bu metal müsveddesi bilmem kaç bin tonluk binayı nasıl ayakta tutacak, gerilime ne kadar dayanacak Efendim hakkıyla inşaat yapmak için metrekare başına 35 kg demir harcamak lazımmış. Yüz metrekarede 3.5 ton ediyor. On ton olsa n'olur Yavrunu sokacaksın altına. Çimentoyu da koklatmışlar, kumu ıslatıp ıslatıp dökmüşler kalıba. Binası yıkılan tek müteahhit Veli Göçer değil ama bilet ona kesildi, zamanında reklâm alamayanlar yükleniverdi adama. Yalova Yüksel Sitesinde 316, Ceylankent'te 98, İzmit Ubay apartmanında da 58 kişi hayatını kaybetti. Şimdi kazık çakıyor, hazır beton kullanıyorlar, demirler nervürlü, mıh gibi yapışıyor. JEOLOJİK