"Tihkat et Hafız Lütfü! Bah üstün başın çamur olmuş!"

"Ocağı yakmak için kuru kermelerden götürecektim. Selvi boyunu görünce, Hafız'a bir hâl hatır sorayım dedim." Bu havaları pek de özlemişti. Onun için olsa gerek çamura falan aldırdığı yoktu. "Kim ne der" diye düşünmüyordu... Ondan maada insan namına kimsecikler görünmüyordu ortalıkta. Tılsımlı sessizliği bozan ayaklarının çıkardığı tıkırtı ve uzaktan yakından köpek havlamaları, horoz ötüşleriydi. Bunlar da olmasaydı bu derin sükûnete, diyecek yoktu. Her evin bacasından göğe doğru yükselen mavi dumanlar; helezonlar çizerek kurşuni bulutların içine karışarak kayboluyordu. Her bir duman; gayr-i ihtiyari; "burda hayat var" dedirtiyor, canlılığın, birlikteliğin işareti, sembolü olarak kalbine kuvvet veriyor, ferahlatıyor, nazikçe ısıtıyordu da İçi duman dolu kocaman çadır bir kubbe gibi üzerini örten gökyüzüne bakıyordu her fırsatta. Yer yer pamuktan bulutlarla kaplı ve bir o kadar da sırlarla doluydu ki Lacivert ufuklardan süzülen gümüş tepsi misali dolunayın saf ışık huzmeleri; yağmur dolu bulutların eteklerini parlak fon hâlinde ihata edip çerçeve oluşturmuştu sanki. Çay boyunca sıralanmış kavak ve söğüt dallarında karakarga yuvaları; onu alıp ötelere götürüyor aklına neler neler getirmiyordu ki! Bu muhteşem güz manzarasını seyrederek yürürken hayaller kurmadan edemiyordu Hafız Lütfü; fedakâr hanımefendisi, hayat arkadaşı ne sıkıntılara göğüs germiş, tahsilini tamamlamaya kayıtsız, şartsız destek olmuş, hatta cesaretlendirmişti de. Hiç unutamıyordu: "Hoca sen düğüne, eğlenceye gitmiyorsun ki, ilim tahsiline gidiyorsun. Ona mâni olup vebale girmek istemem. Bizden yana bir endişen olmasın! Emanetine, evlatlarına sahip çıkar, noksanlığını hissettirmem" demiş, bütün korkularını gidermişti. Eğer o öyle dik durmasaydı, yapamazdı, bocalardı. Olabilecekleri düşünmek dahi istemiyordu. Bu arada sessizce yanına yaklaşan Zülfüzar Bibi, hayranı olduğu o kendine has şivesiyle: - Tihkat (dikkat) et Hafız Lütfü! Bah (bak) üstün başın çamur olmuş! -