Sabah erkenden Kuzuluk Kaplıcalarına gittik...

Derken ömür saatim durmadan mesafe katediyordu. İnsan ömrünü ben hep "kum saatine" benzetiyordum. Herkesin kum saati farklı farklıydı. Kimi birkaç saatte, kimi günde, bazıları haftada, ayda, senede, bazıları on, kimi kırk, kimi yetmiş, yüz senede de bitenler vardı. Biz, doğumda başlayıp vefat edende son bulan bu kum saatlerimizin kesintisiz akışına "ömür" diyorduk. İşte benim kum saatim de otuz beş senedir akıyordu. Henüz bitmedi, ne zaman biteceğini de bilmiyordum. Havanın iyi olduğu bir tatil günü şehirden uzak bir yere gitmek istedim. Fikrimi Tanju'ya da açtım. Meğer çocuklarla beraber onlar çoktan hazırlarmış. Samimi bir arkadaşının da arabasını almış iki günlüğüne. Sabah erkenden Kuzuluk Kaplıcalarına gittik.Derviş gibi kendimi dağlara, kırlara verdim. Tabiatın sesini duymak, canlı cansız hayatın güzelliklerini seyretmek, mânevîyat âleminin kokusunu hissetmek, kalplere dokunmak ve mutlaka bizi bekleyen ölüm hakikatine hazırlanmak istiyordum.Nahif, ılık sabah rüzgârlarının yüzümü serinleterek esişiyle dalıp gitmiştim ötelere. Kâinatın büyüklüğünü tahayyül edip güzelliklerine hayran kalmamak mümkün değildi.O gün kırlarda yürürken çizgi hâlinde dizilmiş karınca kolonisiyle karşılaştım ve oturdum seyrettim doya doya. Disiplini bir ordu gibi ne kadar da düzenli ve hızlıydılar aman Allah'ım "Böylesine mükemmel bir sistem kendi kendine oluşmuş olabilir miydi" suâli ister istemez aklıma geldi. Hayat bir kaos içinde devam etse de bunun içinde bir şekilde ifade edip mânâlandıramadığımız bir düzen vardı."Peki neydi bunun sebebi""Hakikaten bir Yaratıcı mı yoksa ateistlerin dediği gibi tabiatın kendisi mi yapıyordu" Suallerin cevabı açık olsa da ilim adına kafa karıştırıcılar ön kesiyor, yol kapatıyor, tefekkür etmeye, doğru kaynakları okumaya fırsat vermiyorlardı.Nefsinin zebunu olmuş bizler de kolayımıza gelenin peşindeydik, bu yönden doğru olanı bulamıyorduk.Günümüzün en büyük meselesiydi açıkça dile getirilmeyen. İlim adına ortaya