Sanatçı, politika ve sahtekarlık!

Dünyada olsun bizde olsun edebiyatçılar, sanatçılar oldum olası siyaseti en az sanatları kadar önemserler. Hatta içlerinden bazı büyük sanatçılar, sanatlarını siyasete feda edecek kadar önemser onu. Misal çaldıkları piyanoysa eğer ve piyano slogan atabilirse eğer sabahtan akşama kadar piyanolarına "haydi iktidara" sloganını attırır; şiirde kaba saba kaçmazsa eğer her dizelerine "bizden olmayana ölüm" sloganını yerleştirirler. İyi hikayeci Tomris Uyar üç büyük şairle yaşadı, hatta dört Ülkü Tamer ve Turgut Uyar'la evlendi, Cemal Süreya ile bir süre birlikte yaşadı, Edip Cansever de ona şiir yazacak kadar uzaktan sevdi onu. Dolayısıyla bu şairleri onun kadar yakından bilen azdır. Kendisiyle yapılan bir mülakatta bu şairleri anlatırken, boş bırakılsa bunların içinde sadece şiirle uğraşacak tek kişinin Edip Cansever olduğunu söyledi. Cemal Süreya sadece şiirler uğraşmayanların başında gelir. Turgut Uyar da siyaseti sever. O mülakattan öğrendim, meğer Cemal Süreya şair olmaktan çok politikacı olmayı istiyormuş; şiir yazmak kadar seviyormuş politikacı olmayı hem de. Bu işe kalkıştı da. Tomris Hanım'ın deyimiyle bu yüzden "çeşitli yanlışlıklara tosladı", Doğu Perinçek ekibiyle oturdu kalktı uzun bir süre. Meğer Osman Bölükbaşı'nın hiçbir mitingini kaçırmazmış, kalkar onu dinlemeye gidermiş, bayılırmış konuşmalarına Bölükbaşı'nın, ne konuşacağını biliyor ama yine de yağmur çamur, uzak yakın demez kalkar gidermiş mitinglerine. Şiirini yine de siyasetten sakınmayı biliyor ama. "Açık saçık" erotik dizleri var ama "açık saçık" siyasi dizeleri onlar kadar yoktur külliyatında. Turgut Uyar da öyle Murat Belge, Turgut Uyar'la ilgili bir anısını birkaç yerde yazdı, şöyle: Mehmet Sönmez Murat Belge'nin İşçi Partisi'nden arkadaşı, beraber THKP-C'de çalışıyorlar, 12 Mart'tan sonra sadece onunla ilişkisi var Belge'nin. Mehmet Bey'le konuşuyorlar; örgüttü, hücreydi, yeraltı direnişiydi falan 'Bunun mesela bir şiiri olsa, elden ele dolaştırsak' fikri gelmiş akıllarına. Belge, Turgut Uyar'ın arkadaşı, yazsa yazsa en iyi şiiri Uyar yazar diye düşünür, randevulaşır, buluşurlar ve üstü kapalı bir biçimde bu isteğini şair arkadaşına söyler. Söylemez olaydı, Turgut Uyar 'Örgüt nerede' diye yakasına yapışır. O da 'Madem gizli bir iş yapıyorum, bunu ona söyleyemem' diye düşünür. Konuşmayınca şair fena halde sinirlenir, 'Örgütü benden nasıl gizlersin!' diye çıkışır arkadaşına Bir ara gider, elinde bir tabancasıyla gelir. 'Bu benim beylik tabancamdır' der, 'banka falan soyacaksanız, ne idüğü belirsiz adamlarla bunu yapacağınıza benimle yapın. Nasılsa kimse benden şüphelenmez,' der. Murat Belge alır başına belayı! Cemal Süreya ve Turgut Uyar bu çocukça heveslerine şiirlerini feda etselerdi bugün esamileri bile okunmazdı. Ama mesela İkinci Yeni'nin en büyük şairi Sezai Karakoç, günü geldiğinde şiirini "diriliş davasına" feda etti, parti kurdu ve bir daha da şiir yazmadı. Şiir kapalı sanat ya; birçok şair bu kapalılığı açmanın, dilini "geniş kitlelere benimsetme" yolunun siyasetten geçtiğini sanır ama büyük şairler gündelik siyasetin sanata düşman olduğunu da bilirler. Yine o mülakatta bu örneği Tomris Uyar vermişti. Borges diyormuş ki: "Ben bir anti Peroncu olarak ülkemde çok takibata uğradım, çok acı çektim ama hiçbir zaman bunu şiirlerime yansıtmadım. Çünkü dürüst bir vatandaş olmak başka bir şeydir, şiir yazmak, öykü yazmak başka bir şeydir. Yani bu ikisi birbirine karıştırılmamalıdır." Siyasi bir gözlük takmış ve bütün dünyayı o gözlüğün dereceli, kalın camının arkasından gören sanatçı sadece önünü görür, etrafında olup bitenlere körleşir. Buna dair bir örneği de Brecht'ten yola çıkarak Can Yücel vermişti. Brecht direksiyon dersi alıyor bir hocadan. Beş on dersten sonra yine denemeye çıktıklarında, Brecht kendine göre kusursuz araba sürüyor. Durduklarında öğretmen, "Yine olmadı" diyor. Brecht nedenini soruyor, öğretmen de "Sen sadece ileriyi gözlüyorsun, yanında oturan beni unuttun, ya ben ters bir hareket yapsam direksiyonu nasıl toparlayacaksın" diye karşılık veriyor. "İkinci Yeni" şairleri bir "ara kuşak"; şiirleri de bir "ara şiir"dir. Kendilerinden önceki şairler dilde yenilik arayışına gitmemiş, hissettiklerini olduğu gibi aktarmışlar, hatta dili basitleştirmeye çalışmışlar Orhan Veli gibileri; kendilerinden sonrakiler de slogan haykırarak sanatlarını politikanın emrine vermişler. Dildeki arayıştan gelen kapalılık ve imge arayışı, İkinci Yeni şairlerinin bir dönem "halktan uzak, küçük burjuva duyarlıklarının şairleri" olarak suçlanmalarını getirmiş. Sözünü ettiğim şairlerinin hepsinin önemsenmelerinin gecikmesi ve çok sonra "büyük şair" mertebesine yükselmelerinin sebebi budur. Aktif siyasetin içinde yer almış edebiyatçılar içinde hem edebiyatta hem de siyasette başarılı olmuş ender insanlardan birisi Samet Ağaoğlu'dur. Samet Ağaoğlu Türk edebiyatında güzel hikayelerin yazarıdır. Bir de müthiş bir portre ustasıdır. Birkaç kalem darbesiyle adamın bütün hatlarını ortaya çıkarır. DP kurulduktan sonra bu partiye girdi ve aktif olarak çalıştı. Bilen hemen hemen herkes, onun aktif siyasette bu kadar aktif olmasını babası Ahmet Ağaoğlu'na bağlar. Gözlerini siyasi bir evde açmış, kimleri kimleri tanımış çocukluğundan itibaren, "Babamın Arkadaşları" kitabında bütün bu şahsiyetler arzı endam eder. Genel kanı, Samet Bey'in hikayeciliğine siyasetin köstek olduğudur. Ama siyaseti hikayeciliğinin önüne koymasında da babasının etkisi olduğu söylenir, oğul babayı taklit eder ve her defasında onu aşmak için çabalar. 1954 yılında kurulan "Edebiyatçılar Derneği"nin de kurucuları arasında yer aldı. Menderes hükümetlerinde Başbakan yardımcılığı yaptı. Demokrat Parti yıllarında başı sıkışan solcu eski arkadaşları ona koştu. Yayıncılar, kıramayacağı şairleri, yazarları, kağıt tedarik etsin diye ona yolladılar. O dönemde çıkan edebiyat dergilerine kağıt tahsisatını o yaptı. Anlayacağınız elinden geleni ardına koymadı. Sait Faik'e Paris'te tedavi olsun diye yardım etti, ona döviz buldu, gönderdi, öldürülen Sabahattin Ali'nin ortada kalan eşi ve kızına yine o yardım elini uzattı. Herkes "aman kocasının belası bize de bulaşır" diye fellik fellik kaçtığı Sabahattin Ali'nin karısını istisnai kadrodan devlet memuru yaptı, kızını okutmasına yardımcı oldu. 27 Mayıs darbesinden sonra darbeciler onu da Yassı Ada'ya götürdüler, idamdan kıl payı kurtuldu. Hapisteyken "Edebiyatçılar Derneği" onu dernekten atmak isteyince, içlerinden bir tek Yaşar Kemal bu girişime karşı çıktı. O gür sesiyle Yaşar Kemal, "Nasıl olur bu Ağaoğlu bizi bir araya getirenlerin başında idi. Ona öyle muamele reva görülebilir mi" diye bağırdı. Yaşar Kemal'in Toptaşı Cezaevi'nde onu ziyaret ederek teselli ettiğini belirtir "İlk Köşe" kitabının önsözünde. Eski arkadaşları Samet Ağaoğlu'nun Demokrat Parti'de siyaset yapmasını hiç affetmediler. Selim İleri "Düşüşten Sonra" kitabında ondan da bahseder. 12 Eylül'den sonra çıkan, daha çok solcu yazarların ürünlerine yer veren "Yazko Edebiyat" dergisini Samet Ağaoğlu'nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu çıkardı. Bir gün bu dergide Samet Bey Selim İleri'nin bir hikayesini okur ve telefon eder. Ona hikayesini övdükten sonra "güncel politikanın rüzgarına kapılmamasını" tavsiye eder. 6 Ağustos 1982 günü Samet Ağaoğlu vefat etti. Cenazesi Teşvikiye Camii'nde kalktı, köklü bir aileden geliyor, bir de eski bakandı, bu yüzden caminin avlusu dolup taşmıştı. Cumhuriyet gazetesi, cenazeye katılanları sayarken Süleyman Demirel, Nazlı Ilıcak ve Selim İleri'nin adını yazdı. Cenazeye katılan tek edebiyatçının Selim İleri olduğunu demeye getiriyordu. Oysa o gün o cenazede çok daha büyük bir edebiyatçı daha vardı; o koca gövdesiyle Yaşar Kemal! Demek ki gazete Yaşar Kemal'in adını gizleyerek ona "büyük bir iyilik" yapmıştı! Selim İleri'ye göre Samet Ağaoğlu iktidarın son yıllarında Demokrat Parti'nin hiç iyi bir yere doğru gitmediğini, gidişatın gidişat olmadığını gördü, bunu da Adnan Menderes'e anlatmak için ona gitti, "Derhal iktidardan ayrılalım, ne olacağı belli değil, asker bizi istemiyor," dedi. Menderes o sırada pencerenin önünde dışarıyı seyrediyor, bir yandan da yardımcısını dinliyordu. Samet Bey sözünü bitirince, "Samet pencereye gel" dedi. Samet Bey dediğini yaptı, Menderes dışarıda selam duran iki askeri göstererek, "Demek asker bizi sevmiyor ha, bak asker beni görür görmez nasıl selama durmuş" deyip korumaları işaret etti gururla. Samet Ağaoğlu o günü şöyle yorumladı: "O zaman anladım ki rahmetli Menderes, konumları, kimlikleri kaybetmişti." 27 Mayıs darbesi olduğunda Ahmet Hamdi Tanpınar Paris'teydi. O da siyaseti seven ama sanatını "güncel politikanın rüzgarından" özenle muhafaza etmiş bir yazardır. 2007 yılında günlükleri yayınlanmasa onun iflah olmaz bir İnönü hayranı, 27 Mayıs şakşakçısı, Menderes'in idamını mubah gören birisi değil; sağ cenahta konumlanmış, muhafazakar, eski değerlerin savunucusu, hatta "Cumhuriyet düşmanı" birisi sanmaya devam edebilirdik. Çünkü sol cenah onu bize böyle tanıtmıştı. Kitaplarını sağcı bir yayınevi yayınlıyordu, üstelik romanlarında "gerici bir dil" kullanıyordu. Aslında bütün meselenin dil olduğu sonradan anlaşıldı. Uzun yıllar boyunca bu memlekette ağzından çıkan kelimelere bakarak siyasi bir kimlik verdiler insanlara. "Yanıt", "olanak", "yaşam", "gerçek", "örneğin" falan diyorsan ilerici; "cevap", "imkan", "hayat", hakikat", "misal" falan diyorsan gericiydin. Ahmet Hamdi "aksülalem", "desise", "müstait", "istihza", "behemahal", "akis", murâkabe", "tecessüs", "istitrat", "bermutat", "ezcümle", "mana", "hasbi", "müstakil", "ikbal", "tasavvur"