"Akıl Defteri"ne düşen hatıralar

Okuyup yazan herkesin böyle bir defteri muhakkak vardır. Bazen cepte taşınır, bazen çantada Çoğu zaman da çalışma masasında, dağınık kitaplar arasında durur, yanında bir kalem... Ben gittiğim her yere götürüyorum defterimi mesela. Yaş aldıkça hafızanın diskinde yer azalıyor. "Saklama alanınız doldu" işaretini de vermiyor beyin bize telefonumuzun telaşla bize bildirmesi gibi. Atalet baskın geliyor, tembelleşiyor insan. Çoğu zaman da ne işime yarayacak diyor, önemli bulduğumuz bir şeyi bir yere kaydetmiyoruz. Ama mesela bende böyle olmuyor. Akıl Defteri'ne kaydettiğim her şey, günün birinde bir yol bulup bir yazımın içine sızıyor. Hafıza zalimdir. Aynı zamanda seçicidir. İşine geleni hatırlar, gelmeyeni çöp kutusuna atar. Çoğunlukla da hatırladıklarını yanlış hatırlar. Yazılarımda başkalarının hatıralarını çokça kullandığımı gören bir arkadaşım, "Atıf yaptığın o hatıralara fazla güvenme, yarısı yalan" demişti. Ben de "Bana ne," demiştim, "ben gerçeğin, yalanın peşinde değilim ki". Sonra da bu mevzu üzerine uzun uzun konuşmuştuk. Yazıda gerçek peşinde koşanlara fazla inanmayın, yazının kendisi büyüdür, büyü de büyüdür işte. "Gerçekleri yazıyorum" diyen yazarlardan kaçın; zira kaç insan varsa o kadar gerçek vardır. Ha "hakikat" başka, "hakiki" olmak güzel ama "hakikat" diye "gerçeği" aramak beyhude bir çabadır. Istırap verir insana hatıralar, acısına tatlısına bakmayın, hepsi öyledir. Eğlenceli bir hatıra bizi zamanda bir yolculuğa çıkarır. Geçmişin labirentleri gizemli olduğu kadar çekicidir de. Taş döşeli sokaklardan asfalta geçince hatıralar da renk değiştirir. Hatıra geçmişe duyulan özlem değildir Geçmişe duyulan özleme şimdilerde "nostalji" diyorlar. Oysa "nostalji" kelimesi başta tıbbın konusu olan bir terimmiş. Bir hastalıkmış; Türkçede "sıla özlemi" diyebiliriz bu hastalığa. Eskiler buna "daüssıla" derlerdi. Doğduğun yerden uzakta bir yerdeysen, gurbetteysen yani, şehrine, köyüne, evine kesif bir özlem duyuyorsan "nostalji" hastalığına, yani "daüssılaya" yakalanmışsın demekti, tek tedavisi "memlekete dönüş"tü. Uzağa düşmek eskiden hasta ederdi insanı, şimdi uzak bir yer kaldı mı ki Uzakları bilmek iyidir, Octavio Paz, "Uzakları iyi bilen adamlara bağlıyorum umudumu," demişti. Eskiden şair deyince, "parasız pulsuz, işsiz, güçsüz, aşırı duygusal, açlıktan ölen kişi" akla gelirdi. Bir süre sonra buna verem de eklendi. O zamanlar vereme "aşk hastalığı" diyenler de vardı. Bu durumda "şiir-açlık-aşk" üçlüsü genç yaşta şairleri kara toprağa gönderirdi diye yazar Melih Cevdet. Doğru demiş, bakın iki kuşak öncesinin şairlerine, çoğu 60'ını görmemiştir. Melih Cevdet'in hatıralarından okumuş, defterime yazmışım: Büyük taaruz sonrasında Atatürk uykudan uyandırılmış ve harita üzerinde son durum brifingi verilmiş. Durumun lehimize olduğunu anlayınca, "İşte şimdi Hektor'un intikamını aldım," demiş. Bunu o sırada orada olduğunu iddia eden düşük rütbeli bir subay yaymış etrafa. Bu anekdotu duyan Sabahattin Eyüboğlu, sevincinden dört köşe olmuş. Hep Antik dönem Anadolu'sunda bir "genesis" arayan Eyüboğlu'na bu "Atatürk-Hektor" bağlantısı muhteşem bir argüman olarak gelmiş. Bunu mutlaka belgelemesi, sağlam bir kaynağa dayandırması lazım. En sağlam kaynak da Atatürk'ün en yakınında bulunan Falih Rıfkı Atay Günün birinde Falih Rıfkı'yla bir yemekte yan yana düşmüşler, işte muhteşem fırsat! Hemen anekdotu ballandıra ballandıra anlatmaya başlamış Atay'a, sözün sonunda da "Ne dersiniz, Atatürk böyle bir şey demiş mi" diye sormuş. Falih Rıfkı, gayet sakin ve pek umursamaz bir tavırla "demez" demiş, sonra da Sabahattin Bey'le hiç ilgilenmemiş, bir süre sonra kulağına eğilmiş Eyüboğlu'nun, "O böyle şeyleri bilmezdi," demiş. Salih Zeki Aktay denilen bir şair vardı vakti zamanında. "Nev Yunanilik" akımını memlekete getiren adam derler onun için. Antik döneme pek meraklı, hatta bu sevgisi onu Ovidius'un devasa eseri "Metamorphoses"un önemli bir bölümünü Türkçeye çevirmeye sürüklemiş. Melih Cevdet hatıratında bahseder ondan. Şair, köklerimizi ille de antik Yunan medeniyetine dayandıracak ya, Kurtuluş Savaşı sırasında içinde bol bol "Apollon", "Athene", "Akhileus" geçen şiirler yazmış. Yunan casusu sanıp tutuklamışlar adamcağızı. Sonunda aklanınca Ahmet Haşim'i ziyarete gitmiş. Haşim, "Ulan casus bile değilmişsin," diyerek yanından kovmuş. Türk edebiyatında "Ahmet" adında ne çok şair var! Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmed Arif, Ahmet Oktay, Ahmet Erhan, Ahmet Özer, Ahmet Ada, Ahmet Günbaş, Ahmet Güntan Benim aklıma bunlar geldi. Ahmet Haşim, Galatasaray mektebinden edebiyat öğretmeni Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun sık sık tekrarladığı şu sözünü küpe yapıp kulağına asmış: "Anlamı için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmeye benzer." Yahya Kemal'in anlaşamadığı şairlerden birisi de Ahmet Haşim'di. Oysa başlarda ikisinin aralarından su sızmıyormuş, çok iyi dostmuşlar. Salâh Birsel'in yazdığına göre, bu dostluk kimi mekanlarda "aruzu basamak yaparak" cilveleşmeye kadar varıyormuş. Haşim "mefülü fâilatün" vezniyle, "Kibrit var mı sende" diye sorunca, Yahya Kemal de "mef'ülü mefâ'ilü fa'ilün" vezniyle cevap verir: "Kibrit olsaydı bende cihanı hep yakardım." Gel zaman git zaman araları bozulmuş. Salâh Bey bu bozuşmanın hikayesini şöyle anlatır: Ruşen Eşref, 1919'da o günlerin meşhur sanatçılarıyla mülakatlar yapar. Ahmet Haşim ile Yahya Kemal, sıra kendilerine gelince birbirlerini kıyasıya övmek için sözleşmişler. Haşim, sıra kendisine gelince, verdiği söze bağlı kalmış ve Kemal'i öve öve göklere çıkarmış, "Edebiyatımız, Yahya Kemal'le ışık ve havaya kavuşuyor," demiş. Sıra Yahya Kemal'e gelince üstat bir anda sırra kadem basmış, koyduysan bul! Yahya Kemal Haşim'i övmemek için Ruşen Eşref'ten fellik fellik kaçmış. Ruşen Eşref'in "Diyorlar ki" kitabında Yahya Kemal'in olmamasının sebebi budur. Ahmet Hamdi Tanpınar, "Yahya Kemal benim eşeğimdir," demiş. Yahya Kemal karşısında kendini hep küçük görmüş, nasılsa onun gibi şiir yazamam deyip şiiri bırakıp romana yönelmiş olan Ahmet Hamdi, ustası hakkında nasıl böyle münasebetsiz bir laf edebilir diyeceksiniz haklı olarak Meramı başka aslında, aslında iltifat yapıyor Yahya Kemal'e. Zira Yahya Kemal onun bütün fikirlerinin yükünü taşıyor, ona kalan sefasını sürmekmiş. Nusret Hızır ve eşi Neriman Hanım, Ankara'da Yahya Kemal'i evlerine yemeğe davet ederler. Üstat daveti kabul eder ama ilk defa gideceği bu evin yemek odasının planını çizdirir Nusret Bey'e; plan üzerinde oturacağı yeri işaret eder, kimlerin bulunmasını istediğini söyler, sevdiği yemeklerin de listesini yapar. Melih Cevdet, "Yahya Kemal, şiir okuyacağı yeri bir tiyatro yönetmeni gibi düzenlerdi," der. Atatürk bir gün İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçılarını köşke çağırmış, sohbet, muhabbet derken Atatürk Muhsin Ertuğrul'a, "hele bize oyunlarından bir sahne oyna" demiş. Muhsin Ertuğrul özür dileyerek bu isteğini geri çevirmiş, "Oynayamam" demiş. Atatürk, "Neden" diye sorunca, "Sahne yok paşam" demiş. Arif Dino çam yarması gibi adam, Salâh Birsel'in demesiyle "sanatçıların en iri kıyımı" odur. Hippi modasını ilk başlatan adamdır dünyada, saçları hep omuzlarındaymış. Gözlüklerini gözünde değil, her daim alının ortasında taşırmış Her şeyi boş vermiş gibi, umursamaz hiçbir şeyi. Her şey geliyor elinden, kardeşi Abidin Dino'yu "ben yetiştireceğim" diye mektebe göndermemiş mesela. Ve gerçekten de dediğini yapmış, Abidin Dino'yu mektep, hoca yüzü göstermeden her şeyiyle o yetiştirmiş. Küçük küçük şiirler yazıyor, çoğu iki üç dizelik Mesela, "Taştan mantar tarlasıÇok yaşasın ölüler" şiiri gibi, bazen de, "Döner kebap dönmez olsun" gibi tek dizelik şiirler de yazar. Diğer şairlerden avantajı şiirlerinin okunması çok zaman almaz. Yine Salâh Birsel'in yazdığına bakarsak, İlhan Berk'le ilk tanıştığında, ona bütün şiirlerini hemencecik ayaküstü okumuş. Arif Dino'nun birçok marifet var; en iddialı olduğu alanlardan birisi de yemek Muhteşem bir aşçı olduğu söylenir ve bir o kadar da yemeği seven birisi Yahya Kemal de öyle, o da oburların şahı, Vedat Günyol oburluğunu anlatmak için, "Misafir gittiği evde masada kalan dolmaları cebine koyar, yolda yerdi," demişti bana bir gün. Cahit Sıtkı, Melih Cevdet'e anlatmış. Arif Dino ile Yahya Kemal bir gün bir tepsinin dibine birkaç kangal sucuk kesip dizmişler, üzerine de kırk yumurta kırmışlar, pişirdikten sonra da kaşıkla girişmişler. Her kaşığa birkaç parça sucukla bir yumurta geliyor, bu arda sıska, bir gıdımlık canı olan, ürkek, utangaç şair Cahit Sıtkı da çatalıyla arada bir sucuklara uzanıyor utana sıkıla. Şimdi soru şu: Şairane davranış kimin Cahit Sıtkı'nın mı, diğer iki şairin mi Faşizm bir kara bulut gibi Avrupa göğünü kapladığında, Cahit Sıtkı Tarancı Paris'te Fransız radyosunun Türkçe yayınlar bölümünde spikerdi. Durmadan faşizmin kötülüklerini anlatıyordu orada yaşayan Türklere. Faşist işgal orduları Paris kapılarına dayandığında 13 Haziran 1940 günü bir bisiklete atlar ve kaçmaya başlar. Nereye gidiyordu, bu bisiklet onu nereye kadar götürecekti, bilmiyordu. Durmadan pedal çevirdi. Yolda uçaklardan ateş eden makinalı tüfek mermilerine maruz kaldı, tesadüfen yaralanmadı, durmadan pedal çevirdi, tam on gün sonra Bordeaux'ya ulaştı. Memlekete dönüşü böyle oldu şairin. Yahya Kemal, Ömer Faruk Toprak'a anlatmış. Bir gün Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya üstadı ziyarete gitmiş. Önce Fransız edebiyatı üzerine konuşmuşlar. Sonra da üstadın memlekette bulunmadığı zamanların Türk kültürüne, şiirine gelmiş sıra. İkisi kafalarındaki soruyu Yahya Kemal'e sormuşlar, "Şiir ilhamla mı yazılır, yoksa bu iş için kültür gerekli midir" arkasından da "hiç kültürden nasibini almadığı halde çok güzel şiirler yazmış ümmi şairleri" örnek göstermişler. Üstat durur düşünür, ikisinin de gönlünün kültürden yana olmadığını