Çehov ile Yakup Kadri ne yapmak istedi

Dünya edebiyatında hikaye deyince akla gelen ilk isim olan Anton Çehov'un "Köylüler"hikayesi 1897 yılında yayınlandı ve büyük bir fırtına kopardı Rusya'da. Bu fırtına bir süre sonra adeta bir entelektüel sarsıntıya dönüştü; Rus entelijansiyası birbirine girdi. Çehov, küçük bir hikayeyle "Rus ruhunun" en derinine inmiş, orada yatan kutsala kaleminin sivri ucunu acımasızca batırmıştı. Münevver takımının hop oturup hop kalkmasının sebebi buydu. Bizde de benzer bir hadise 1932 yılında yaşandı. Çehov'un hikayesinden tam otuz beş sene sonra Yakup Kadri "Yaban" romanını yazdı. Çehov Rusya'da neyi tetiklediyse, Yakup Kadri de bizde benzer bir şeyi tetiklemiş olacak ki o gün başlayan tartışma bugün de bitmiş değil. Peki Çehov "Köylüler"iyle Rusya'da muazzam bir entelektüel tartışmaya yol açtığında bizde durum neydi Hikayenin yayınlanmasından çok değil yirmi sene önce biz ilk Anayasa'yı yazmış olan Mithat Paşa eliyle Sultan Abdülaziz'i bir darbeyle alaşağı etmiş, onun yerine yeğeni Beşinci Murat'ı geçirmiş, üç ay sonra "bu oğlan delidir" diyerek yine bir darbeyle onu da indirip saraya kapatmış, yerine kardeşi Abdülhamit'i geçirmiş; yeni Sultan "meşruti bir hükümet" sözü vermiş, Mithat Paşa'yı sadarete getirmiş, bir sene sonra Kanun-i Esasi'yi ilan etmiş, bir sene sonra da "Mithat Paşa darbecidir" diyerek onu sadaretten indirerek Taif zindanlarında boğdurmuş, Anayasayı rafa kaldırmış, memlekete her türlü entelektüel ve siyasi hürriyete son verilmiş, Meşrutiyet döneminde Fransız kültürünün etkisiyle ortaya çıkmış "vatan ve hürriyet" şiarını benimsemiş olan ve daha çok zabit ve devlet memurundan müteşekkil küçük bir entelektüel zümreyi susturmuş, sürgün fermanı hünkarın kılıcı olup kesmeye biçmeye başlamış, dışarı kaçmış olan siyasi sürgünlerin yazdığı risaleler içerde kapışılmış, devleti kurtarmak için değişik fikirler yer altına inmiş, İttihatçıların biti yavaş yavaş kanlanmış, kültür tarlası çoraklaşmış, Servet-i Fünun dergisi istisna tutulursa, edebiyat, sanat, kültür adına kelimenin tam anlamıyla sefil bir durum yaşanıyordu memlekette. Peki, "Köylüler" hikayesini yayınladığında Çehov'un memleketi Rusya'da durum neydi Siyasi gelişmeleri bir tarafa bırakacak olursak; 1861'de toprakta serfliği kaldırarak köylüleri azat etmiş, bugün bile dün matbaadan çıkmış gibi ilgiyle okuduğumuz "Savaş ve Barış", "Anna Karenina", "Suç ve Ceza", "Karamazov Kardeşler", "Babalar ve Oğullar", "Ölü Canlar", "Yevgeni Onegin", "Yüzbaşının Kızı" gibi kitaplar bu ülkede yayınlanalı neredeyse otuz-kırk yıl olmuştu. Vaktiyle Zeki Baştımar tarafından Türkçeye çevrilen "Köylüler" hikayesinde Çehov; Moskova'da "Slav Pazarı Oteli"nde çalışan Nikolay Çikildeyev adında köyden şehre gelmiş bir garsonu anlatır. Garson günün birinde hastalanır ve işini bırakmak zorunda kalır. Varını yoğunu doktorlara harcar ama nafile; elinde avucunda bir şey kalmayınca, sersefil, perperişan, hasta ve işsiz bir halde, mecburi ailesini de alarak geldiği köyü Jukov'a döner. Köydeki ailesi bu dönüşten pek memnun değildir. Kara ekmeği suya batırarak büyük bir hırsla yiyen evdekiler zar zor karınlarını doyuruyorken, üstüne bir de "beslenecek yeni boğazlar" getirmiş Jukov. Yoksulluk kâbus olmuş çökmüş insanların üzerine Ağır işler altında vücutları yara bere içinde köylüler Bitmek bilmeyen yaman bir kış Her yeri sarmış olan bereketsizlik Açlık, pislik içinde, hayvanca bir hayat ("İzba'dakiler (köy evi) hiçbir zaman şöyle rahat bir uyku uyumamışlardı, bunaltıcı, bıktırıcı bir şeyler herkesin uyumasına engel olurdu; ihtiyara sırtının ağrısı, nineye kaygılar, öfke, Matiya'ya korku, çocuklara kaşıntı, açlık. Şimdi yine aynı rahatsız uykuydu; bir yandan öbür yana dönüyorlar, sayıklıyor, su içmeye kalkıyorlardı.") Köy tuhaf bir yerdir üstelik. Her şeyden şikayet ediyor köylüler. (".vergi borcundan da, baskıdan da, bereketsizlikten de yerel yönetimi suçlu buluyorlardı. Ama hiçbiri yerel yönetimin ne olduğunu bilmiyorlardı.") Bir süre sonra hasta garson ölür. Köyde kaldığı kısa süre zarfında zayıflayıp çirkinleşen karısı ise çocuklarını alarak Moskova'ya geri döner. Dönerken, köy hakkındaki fikrini Çehov kadının ağzından şöyle dile getirir: "Yaz ve kış aylarında bu insanların sığırlardan bile daha kötü koşullarda yaşadıkları aylar oluyordu ve hayat gerçekten de korkunçtu. Kaba, namussuz, kirli ve sarhoştular; her zaman kendi aralarında kavga ediyor, tartışıyor, birbirlerine saygı duymuyor, karşılıklı korku ve şüphe içinde yaşıyorlardı. Meyhaneleri işletip köylüleri sarhoş edenler kim Köylü. Köyü, okulu ve cemaat fonlarını zimmetine geçirip hepsini yiyip içen kim Köylü. Köylüsünü soyup evini yakan ve mahkemede bir şişe votka için yalan yere yemin eden kim Köylü. Evet. Öyle Bu insanlarla yaşamak korkunç; yine de bu insanlar, acı çeken ve diğer herkes gibi ağlayan insanlar ve hayatlarında bunu hoş gösterecek hiçbir şey yok." Zurna da tam burada zırt dedi işte. O zamana kadar Rus aydınları arasında "köylü erdemlidir", "her şeyi bilendir", "sezgileri kuvvetlidir" yaygın görüşü bu hikayeyle ağır bir darbe aldı. Çehov bir putu kırmış, köylü mitini yerle bir etmişti. Köylü artık ahlak timsali değildir, sadece insandır. Yoksulluğun vahşileştirdiği bir insan; "insan aç kalmaya görsün inançlarını bile yer"demiş ya alim, aç kaldıkça saldırganlaşmış, kabalaşmış bir insan türü üstelik "Halkın dostları" Çehov'u tefe koydular. Tolstoy, Çehov'u "halka karşı günah işlemekle" suçladı. Slavcılar, onu Rusya'ya iftira atmakla (Bizde Erden Kıral'ın Ferit Edgü'nün romanından uyarladığı "Hakkari'de Bir Mevsim" filmi, "köylünün durumunu kötü göstermek," dolayısıyla bize "iftira atmak" gerekçesiyle yasaklanmıştı) suçladı. Bir tek Marksistler sevindi Çehov'un hikayesine, onlar da yanlış anlamıştı hikayeyi; onlara göre kapitalist şehrin yükselişi karşısında köyün düşüşünün dramatik hikayesiydi bu hikaye O zamana kadar Rusya'da, köylüler "ideal bir ulusun temsilcileridir" görüşü herkes tarafından benimsenmişti, Çehov bu ideali sorgulayarak bütün toplumu derin bir ıstırabın içine soktu. Bir de bunu edebiyat yoluyla, üstelik son derece basit bir dille yapmıştı. Bu yüzden hikayeye yazarın hayali bir ürününden çok bir belgesel muamelesi yapıldı. (Bizde çoğu zaman romana yaşanmış hayat hikayesi muamelesi yapıldığı gibi.) Çar'ın sansürüne uğradı, hatta sansürcülere göre bu bir kurgusal hikaye değil, basbayağı bir "makale"ydi. Çehov köylüleri iyi tanıyordu. Moskova'nın dışında yaşadığı mülkünün etrafı köylülerle çevriliydi. Üstelik bir doktordu ve her gün birçok köylü hastaya bakıyordu. İşini yaparken, aynı zamanda bir yazar gözüyle onları inceliyordu. Bir gün, evinin mutfağında kendi aralarında sohbet eden bir grup köylü hizmetkarın muhabbetine kulak misafiri oldu. Hepsi sarhoş olmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Aralarında biri, kızı istemediği halde onu bir kova votka karşılığında birisine satmıştı. İçtikleri votka işte o votkaydı. Şahit olduğu bu hadise bile onu şaşırtmadı. Hikayeyi yazdığı sene Çehov, Rusya'daki ilk nüfus sayımında görev almıştı. Öğrendikleri onu dehşete düşürdü. Moskova'nın çok yakınındaki köylerde, her yıl doğan on çocuğun altısı ölüyordu. (Rahmetli annem hep anlatırdı. Cumhuriyet'ten sonra bile, onun çocukluk yıllarında, köylerinde doğan her on çocuktan sekizi ölüyor, çocukları ölen kadınlar, geride kalanları sütleriyle beslemek için seferber oluyor, kendi aralarında evlenebilsinler diye de birkaç kadını ayrı tutuyorlardı.) Çehov bu hikayeyi yazdığında, bir köylü toplumu olan Rusya hızlıca şehirleşiyordu. Şehirleşmeyi felaket olarak görenler vardı, bir kısmı da köylülüğün tasfiyesini "erdemin", "irfanın" yok olmasına yoruyordu. Toplum karpuz gibi ikiye ayrılıyordu. Yaşayan geleneksel köylü kültürünün yanında yeni bir şehirli kültür yavaş yavaş baskın geliyordu. Slavcılara göre köylülük her halükârda yaşamalıydı, köyün şehre boyun eğmesi milli bir felaketti çünkü. Batıcılar tersine şehirleşmeyi savunuyorlardı, onlara, liberallere ve Marksistlere göre şehir modernizm demekti, köylülük gericilikti ve ölmeye mahkumdu. Çok değil, birkaç sene sonra "Bolşevik devrimiyle" Marksistler kazandı. O zamana kadar ortaya çıkmış en şehirli, en hümanist, en adil fikirlerden birisi olan Marksizm'i yanlış yorumlayarak, bu muazzam köylü nüfusuyla dolu memlekette bu büyük kitleyi Marksizm'de olmayan bir "proletarya diktatörlüğü"yle bürokratik bir cendereye alıp hem onların hem de dünya nüfusunun önemli bir kısmının canına okudu. Gelelim bize, Yakup Kadri ve "Yaban" romanına Eğer "köy edebiyatı" diye bir akım varsa Türk edebiyatında, bu akımı ilk başlatan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur. Kemalist fikriyatın kurucu babalarındandır. Onun derdi halk değil, rejimdir; bir işte rejimin çıkarı varsa, halkın menfaati diye bir şey aranmaz! Milli mücadeleye aktif olarak katıldı, Mustafa Kemal'in en yakınında yer aldı, imanı kuvvetli bir Kemalist olarak onunla arkadaş oldu, ama en iyi yaptığı iş olan yazarlığı hiç elden bırakmadı. "Yaban" romanını yayınladığı yıl, birkaç arkadaşıyla birlikte "Kadro" dergisini çıkarmaya başladı. Derginin fikir babası eski komünist Şevket Süreyya'ydı, iki sene boyunca bu dergi yoluyla Kemalizm'in teorik temellerini oluşturmaya çalıştılar, büyük ölçüde başarılı da oldular ama bir süre sonra "kuramsal temellerini kurmaya çalıştıkları Kemalizm'i komünizm sanan bazı Kemalistler" harekete geçti; Yakup Kadri bir anda kendini "Zoraki Diplomat" olarak Tiran'da buldu. Cumhuriyet; yeni rejime biat etmiş, kurtuluşu Mustafa Kemal'in önderliğinde görmüş, çoğu eski İttihatçı birkaç manga İstanbul aydınının yer değiştirmelerine sebep oldu. Çoğu istemediği halde mecburiyetten İstanbul'dan Ankara'ya taşındı, bazıları da gönüllü gelmişti. Ankara'ya gelmişlerdi gelmesine de Anadolu köylüsüyle ilgili cehaletleri devam ediyordu. Hâlâ memleketi İstanbul'dan ibaret sanıyorlardı. Çoğu Fransız devriminden etkilenmiş, onun filozoflarını okumuş, Fransız edebiyatını, şiirini tanımış ama zerre kadar kendi halkını tanımamıştı. O zamana kadar Anadolu'da birkaç münevverin, alimin evini istisna tutarsak hiçbir eve Kuran-ı Kerim'den başka kitap girmemişti. İstanbul aydını Fransız alimlerin kitaplarıyla kafalarında "muasır" yeni bir memleket hayali kurarken, Anadolu köylüsü Kuran okuyarak öteki dünyada yerini sağlamlaştırmanın peşindeydi. Memduh Şevket Esendal "Köye Düşmüş" adlı hikayesinde bir süre köyde yaşamak zorunda kalan bu aydınlara benzer bir aydını anlatır. Köyden ve köylülerden nefret ediyor aydın, bir an önce oradan kaçmak istiyor, onun ağzından anlatıyor hikâyeyi yazar ki bir bölümü şöyle: "Bundan evvel, bendenizin hiç taşraya çıkmışlığım yoktu. Ömrümde bir kere Florya'ya gitmiştim. Kalem refikleriyle o kadar niyet ettiğimiz halde kısmet değilmiş, bir kere Alem Dağı'na bile gidememiştim. Siz şu kısmete bakınız ki senelerden sonra bu dağ başında kaldım. Görüyorsunuz ya beyefendi, burası adeta dağ başıdır. Bu adam bizi aldattı, köye götüreceğini söyledi. Bizim bildiğimiz, köy dediğin ağaçlık, çayır çimenlik olur. Bir yandan koyunlar meler, bir yandan kuşlar öter, köyün kenarındaki ağaçlık altında ihtiyarlar delikanlılara gazaları anlatır, yaralarını gösterir, kızlar testileri omzunda su almağa gelirler. Köyün hocası cihadın faziletinden bahseder, ahkamı ahiretten nasihat eyler. Burada böyle şeyler ne gezer; efendim. Eğer efendimizin vakitleri olsa idi, köy dedikleri yeri zatıalilerine gösterirdim. Şu sırtın arkasındadır. Numune için bir tek ağacı bile yoktur. Biz köylülerin yağ, bal, yumurta yediklerini biliriz, burada, yağdan, yumurtadan geçtik, ekmek yüzüne hasret kaldık. Bunlar ekmek nedir, onu da bilmiyorlar, efendim. Yufka yiyorlar. Hali vakti yerinde olanlar, bazlama dedikleri hamuru yutarlar. Allah inandırsın beyefendi, bendeniz harp içinde yediğimiz vesika ekmeğine bile hasret kaldım. Böyle olduğunu bilseydim, buralara gelir miydim" Yakup Kadri, böyle bir "yerin" farkına varan ilk münevverlerdendir. Yeni rejime toplumsal bir taban aranacaksa, bu kalabalık, dağınık, çoğu dağ başında, yolun gitmediği yerlerde yaşayan köylüler arasında aranmalıydı. Şehir nüfusu azdı, "orada bir köy vardı uzakta", oraya gideceğiz ve o köylülerden yeni rejime sıkı sıkıya sarılacak bir "milliyetçi kitle" yaratacağız. Peki bunu kim yapacak Kuşkusuz aydınlar yapacak! Yakup Kadri'nin "Yaban"ı aydınlara bir çağrıdır. Yüzünüzü köye ve köy meselelerine çevirin! Aradığınız taze kan, gitmediğiniz o ücra