Cemaziyelevvelini bilmek!

Ucundan kıyısından ben de yetiştim ama daha çok okuduklarımdan biliyorum; eskiden gazete köşeleri, şimdi olduğu gibi bu kadar çok siyasi yazılarla dolup taşmıyordu. Siyaset yazarlığını işin erbabı yapar, geride kalan yazarların önemli bir kısmı da gündelik hayat, edebiyat, şiir, yemek, seyahat, sanat, mizah, roman, mimari, kültür, şehir, tiyatro, magazin, sinema gibi gündelik siyasetin dışındaki alanlarda kalem oynatırlardı. Yazı yazanlar, yazıyı ciddiye alırdı. Herkes bilgi ve dil yanlışı yapmamak için özel bir çaba harcardı. Bazen bazı mühim meseleler polemik konusu olur, o polemik bazen iki yazarı aşar diğer gazete ve dergilere de sirayet eder, ortaya tadına doyum olmaz polemik yazıları çıkar, hem okuyan keyif alır hem de kalem kavgasına girişenler birbirlerinden bir şeyler öğrenirlerdi. Bazen de bu polemikler nahoş hadiselere de yol açar, yazarlar, şairler, muharrirler önce köşelerinde "ben senin cemaziyelevvelini bilirim" der, bu cümleyle kavga sertleşir, bir süre sonra birbirlerine rastladıkları yerde yumruklarını konuştururlardı. Bu yüzden Babıali'de birbirinden dayak yemiş bir hayli muharrir vardır. Şimdi ne o muharrirler var ne o yazarların ilgilendiği siyaset dışı mevzular, ne de o muhteşem polemikler Şimdi her yerde siyaset var, herkes birer Jean-Jacques Rousseau, herkes birer Churchill maşallah! Hatta son yıllarda iş öyle bir hal aldı ki, gündelik siyaset üzerine yazı yazmayana yazar denmiyor artık, siyaset dışı yazı yazanı "çiçek-böcek yazıyor" diye hafife alıyorlar. (Bu arada ben de "masal-hikayeyle" sizi kandırıyormuşum haberiniz olsun!) Öyle olmasaydı, yani satın alınan tek mal siyaset olmasaydı, gazeteler bu kadar siyaset yazarını barındırır mıydı Demek ki müşteri bunu istiyor. Bu yüzden seçim günü yazı yazmak zorunda olan gündelik siyaset yazarlarının en zor günü olsa gerek. Dört, bazen de beş yıl boyunca hemen hemen her gün siyasete dair yazı yazmak zorunda olan köşe yazarına o gün "siyasete dair yazman yasak, başka bir konu bul kendine" diyorlar. Siyaset yazarı ister istemez bağrına taş basıyor, istemeden de olsa siyaset dışı bir mevzu arayıp buluyor, bu mevzu çoğunlukla aşk oluyor, oturup o gün gönlünce aşka dair bir yazı döşüyor. Hemen hemen her yazısında, tarafını tuttuğu parti iktidardaysa eğer ona "memleket nasıl yönetilir" dersini veren; tuttuğu parti muhalefetteyse eğer "nasıl iktidara gelinir" tavsiyesinde bulunan köşe yazarı, zaman zaman bu "kaçamak aşk" yazısında bile kalemine hakim olamayıp "aşkta nasıl iktidara gelinir" bahsine girse de, sonunda o gün "her türlü iktidara gelmenin yollarından" bahsetmenin yasak olduğunu hatırlayarak tekrar başkasının kaybettiği ama kendisinin bulduğu sandığı aşk mevzusuna geri dönüyor ve yazarlık hayatı boyunca aslında yazdığı upuzun, yıllarca süren tek bir yazı olan siyaset yazılarının arasına şöyle duygusal, içten, samimi bir "insört" atıp, külliyatına şöyle okkalı bir ara başlık girmiş oluyor. Seçimin ilk turunda yaptığım gibi, bugün de gözüm siyaset yazarlarının yazdıklarında olacak. Ciddiyim ve zerre kadar ne dalga geçiyor ne de kimseyi tiye alıyorum, ayrıca haddim değil ve bir zamanlar ben de siyasete dair bir yığın abuk sabuk yazı yazmışım, üstelik hiçbir öngörüm tutmadığı gibi, siyaset erbabından hiç kimse de yazımı okuduktan sonra, "vay, zahmete katlanıp bizi yanlıştan döndürmenin yolunu göstermişsin, şükran sana" deyip politikasını değiştirmedi; bu yüzden gerçekten de böylesi günlerde siyaset yazarlarının siyaset dışı yazılarına iyi bir okur merakıyla yaklaşıp okuyorum. Mesela birisi kütüphanesini düzenlemekten bahsediyor, birisi bir alışveriş merkezinde torun gezdirmesinden, birisi oğluyla kızıyla gittiği lunaparktan (demek ki herkes aşk mevzusuna girmiyor) derken şahane parçalar da çıkmıyor değil. (İsmet Berkan'ın Cumartesi günleri yazdığı fizik yazıları mesela, muhteşem, muhteşem!) Keşke siyaset yazarlarına en azında ayda bir bile olsa siyaset yazmayı komple yasaklasalar! Bütün hayatını siyaset üzerine yazı yazarak ve hiçbir öngörüsü tutmamış ama yine ısrarla yazmaya devam etmiş, tutmayan öngörüsünden sonra da seçimin hemen ardından "ben demiştim" diye söze pişkince başlayan bir yazarsan eğer, seçim günü yasaklardan dolayı sana siyaset üzerine yazı yazdırmamaları hem günah hem de büyük zulümdür! İnsanın alıştığı şeyi anlatması çok büyük bir ayrıcalıktır çünkü. Mesela köylüler bıkmadan usanmadan hep aynı hikayeyi anlatırlar. (Ayının bildiği on üç kelime, on üçü de armut üzerine!) Dinleyenler de hep aynı kişilerdir ve onlar da dinlemekten hiç bıkmaz, adamın anlattığı hikâyeyi daha önce hiç duymamış gibi ilgiyle dinlerler. Çünkü onun da tek bir hikayesi var ve onun da müşteriye ihtiyacı var. O köylüsünün hikayesini dinlemezse, yarın sıra ona geldiğinde köylüsü onu hiç dinlemez. Müşteri velinimettir zira. Siyaset yazarının durumu da biraz bu köylülerin durumuna benzedi son yıllarda. Çünkü muhalifsen iktidarda olanlar senden nefret edip okumuyor; iktidar yanlısıysan muhalefettekiler senden tiksinip yazdıklarının yanına bile yaklaşmıyor. O halde müşteriyi kendi mahallesinde bulmak zorundadır yazar. "Eskiden gazeteler Babıali için çıkar" derlerdi. Gazeteci, gazeteciye yazardı. Şimdi pasta iyice küçüldü. Muhalif gazeteci muhalife, iktidar yanlısı gazeteci iktidar yanlısına yazıyor. (Türk'ün Türk'e propagandasından muhalif veya iktidar yanlısı Türk'ün muhalif veya iktidar yanlısı Türk'e propagandasına geldik demek!) Aslında bu durum siyaset yazarı için kötü bir durum değildir. Konfor alanını genişletiyor, riski azaltıyor zira. Taraflar yazılanlardan pek haberdar olmadığı için, seni sevmeyen birisinin yoluna çıkıp yumrukla burnunu kırması veya Ahmet Emin Yalman gibi gittiğin Malatya'da Hüseyin Üzmez denilen bir gencin tabancayı çekip seni vurması riskini az da olsa ortadan kaldırıyor. Çünkü senden tiksinenler ne yazdığını bilmiyor, seni sevenler de "kurtarıcı" muamelesi yapıyor sana (yakın bir zamanda yazı yazmayı bırakan Yılmaz Özdil'e sinema yazarı Atilla Dorsay, "Neredesin ey Yılmaz Özdil, çabuk imdadımıza yetiş, sana en çok bugünlerde ihtiyaç var" diye bir yazı yazdı seçim sürecinde), sen de istediğin gibi kendi fikrine yakın olanları "dolduruşa" getirip gününü gün ediyorsun. Gündelik siyasete dair yazarken bir öngörün tutmadıysa kimse seni tefe koymaz, çünkü bu alanda yazanların hiç birisinin öngörüsü hiçbir zaman tutmuyor zaten. Zira siyaset bir oyundur. Kazananı ve kaybedeni fazla bir oyun üstelik. Tıpkı futbol gibi. Seyircilerin direktiflerinin oyuna pek etkisi yoktur. Mühim olan oyuncuların performansı ve takım ruhudur. Bir kişi kazanınca bir kişi kazanmıyor, bir kişi kaybedince bir kişi kaybetmiyor. Kalabalıklar kazanıp kalabalıklar kaybediyor. Aktörleri fazladır, sen de bir yazar olarak bu kalabalık aktörlerin içinde bir tanesin. Curcunada çoğu zaman senin sesin, davulcu yellenmesi gibi gümbürtüye gidiyor, gidiyor ve kimse de peşinden gitmiyor. Ayrıca gündelik siyasete dair yazının ömrü sekiz saattir, sekiz saat sonra eskiyor, albenisi kalmadığı gibi hükmü de yok oluyor; bu yüzden "gazete ekonomik ömrü sekiz saatle sınırlı dünyanın tek malıdır" derler. Ama mesela siyaset dışı alanlarda yazıyorsan, bu işin bir hayli yüksek riskleri vardır. Yapacağın bir bilgi yanlışı, bir eleştiri, beğenmediğin bir kitap, bir film o eserin yaratıcısını kızdırabilir, senin de başını derde sokabilir. Öte yandan siyaset dışı; gündelik hayat, edebiyat, kültür, sanat, yemek, tarih, sinema, kitap, müzik, mimari gibi alanlarda yazmak gündelik siyasete dair yazmaya nazaran zahmetli bir iştir. Donanım ister, araştırma yapmak lazım. (Araştırma demişken, "araştırmacı-yazar"diye bir tabir var mesela şimdilerde, "araştırmadan yazanlar" çoğunlukta olduğu için, "araştırarak yazanları", "aha bu araştırarak yazıyor" diye afişe ediyorlar sanki) Kitap okumak, sinemaya gitmek, müzik dinlemek, seyahat etmek, kütüphanelere girmek, bir yığın gelişmeyi takip etmek, birkaç mektep bitirmek, edebiyat dergilerini karıştırmak, yeni yazarları, şairleri keşfetmek gerek. Çok az hata yapma lüksün vardır, mesela tiyatro, sinema, edebiyat eleştirisi yapıyorsan bir yığın insanı küstürme riskiyle karşı karşıyasın demektir. Belki son yıllarda bu tür yazarlık pek ciddiye alınmıyor ama bakın eskiden, iyi yazarlar yazdıklarından dolayı saldırıya uğruyor, bazen de ciddi ciddi dayak yiyorlardı yazar arkadaşlarından. Çetin Altan'ın "Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat" kitabında yazdığına göre, bu alanda en fazla dayak yiyen Hecenin Beş Şairinden birisi olan Halit Fahri Ozansoy'dur. Hani; "Yeşil bir su uykusu uyuyor sanki oda Islak bir yosun gibi ay ışığı aynada, Ne bir ses ne fısıltı Yalnız hafif nefesler Nilüfer kadar beyaz bir kadın uyumada Bir kadın uyumada, saçları darmadağın, Kim bilir hangi rüyayı tada tada O böyle yudum yudum içerken uykusunu, Hayalini öpüyor ay ışığı aynada" demiş olan şair Altmış beş yıl yaşadı, o kadar çok şey yazdı ki Şiirler, tiyatrolar, romanlar, anılar, biyografiler, ders kitapları, gazete fıkraları, makaleler, eleştiriler, incelemeler, çeviriler Şairdi, öğretmendi, piyes yazarıydı, gazetelerde köşe yazarıydı. Sekiz yaşındayken kaybetmişti annesini, yaşadığı süre boyunca "öksüzlüğün acısı" yüreğini hep yaktı, durdu. Yahya Kemal'le dosttular; o büyük şaire "Yahya"; Yahya Kemal de ona "Halit" diye hitap ederdi. Yahya Kemal milletvekilidir, Halit Fahri ise Mekteb-i Sultani'de edebiyat öğretmeni O yıllarda gazete ve dergiler, sık sık "anketler" yapardı. "Kurun" gazetesi "gençler edebiyatçılara nasıl bakıyor" diye bir anket düzenler; onların anketine karşı "Son Posta" gazetesi de bir anket yapar. (Bu arada "Kurun" gazetesi 1934'e kadar "Vakit" adıyla çıkan gazetedir. Rivayete göre Atatürk "Vakit kelimesi Arapçadır, bunun Türkçesi Kurun"dur der demez gazetenin adı "Kurun"a dönüştürülür; 1938'de Atatürk'ün ölümünden hemen sonra gazete tekrar "Vakit" adını alır.) "Kurun"da Behçet Kemal, "Biz mürşidimizi bulduk, Yahya Kemal bizim şiir yolumuzu aydınlatıyor" deyince, Halit Fahri "Son Posta"da ona cevap verir: "Rintler'in Ölümü'ne hayranım. Divan edebiyatından damla damla süzülmüş enfes bir şiirdir. Fakat bu şiir milli edebiyat davasında genç kuşağa tavsiye edilemez, çünkü bu mistisizm ve ölüm havası enerjik bir devre yön alması lazım gelen bu genç kuşağa zararlıdır. Aynı zamanda, Yahya Kemal'in Lale Devri gazelleri de geçmiş bir zamanın hatıralarıdır". Bu düşünceler Yahya Kemal'i çileden çıkarır. Bir fırsat kollar. O gün Yahya Kemal lisenin önünde onu mu bekliyordu, yoksa tesadüfen mi karşılaştılar bilinmez; Halit Fahri Galatasaray Lisesi'ndeki dersinden çıkmış, Caddeyi Kebir'e adım atar atmaz, Yahya Kemal'le burun buruna gelir. Yahya Kemal, elindeki bastonunu havaya kaldırarak, "Halit Fahri neydi o son yazdığın utanmaz yazı Sen ne anlarsın