Necip Fazıl ile Musa Anter'e rastladım vapurda!

Kuledibi'nden Karaköy'e hızlı hızlı inerken, kafamın içinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın,"İstanbul'un asıl mevsimi sonbahardır," sözü dolanıp duruyordu. Gün muhteşemdi çünkü. Şerbet gibiydi her şey. Bu semtte oturduğum otuz sene evvelden bugüne bir kule, bir de binalar kalmış kendisi gibi. Kaldırımlar değişmiş, dükkanlar değişmiş, satıcılar değişmiş, oteller açılmış, lokantalar çoğalmış, kafeler, hediyelik eşya dükkanları, banka şubeleri, insanlar değişmiş, telaş artmış Ama hava, ama endam hep aynı Aynı hava, aynı endam orda bir yerlerde asılı kalmış. Yüksekkaldırım hep bir kış günü olarak kazınmış hafızama. Bastığım kaldırım taşlarının altından fışkıran pis suların pantolon paçalarını berbat ettiği, bir o kadar berbat bir yağmurdan artakalmış, şehrin yanık kömür kokusuna teslim olduğu puslu bir kış günü Bugüne hiç benzemeyen günlerden bir gün Telaşım var; Karaköy'de Kadıköy vapuruna yetişeceğim ben de. Vapurlar da değişmiş. İskele de değişmiş. Her şey yenilenmiş. Peki "yeni" ne "Eskiyecek her şeye yeni denir" demişti Özdemir Asaf. Yeni vapurun merdivenlerini tırmandım. Üst katta bir yer seçtim tenha vapurda cam kenarında kendime. Salonun kapısı dışarıya açılıyor. Açık alan orası, hani Cemal Süreya'nın, "Sigara içmek için üst kata çıkıyorsun" dediği yer Baktım oraya, şairin "sesinde ne olduğunu anlattığı" kişiyi aradı gözlerim, gazetesini okurken görmedim onu. "İki de bir elini başına götürüpRüzgarda dağılan yalnızlığını" düzelten kişiden eser yoktu anlayacağınız. Hem Cemal Süreya'nın "8.10 vapuru" sanırım Kadıköy'den kalkmıştı. Vapur hareket etti. Ziya Osman Saba, inceden inceye terennüm etmeye başladı türküsünü: "Seni görüyorum yine İstanbul Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan Minare minare, ev ev Yol, meydan. Geliyor Boğaziçi'nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi" Kızkulesi örtü altında hâlâ. Henüz yeni ayrılmışız iskeleden. Galataport'a demirlenmiş birkaç apartman yüksekliğinde CostaVenis gemisi rıhtımda Oturduğum yerden duydum adamın sesini. Böyle kalın bir borudan çıkıyor gibi, tok ve kendinden emin Kafasını eğerek önümdeki sırada oturan İstanbul acemisi iki adama anlatmaya başlıyor benim de gördüğüm gemiyi. Elini uzatıyor gemiye, diğer iki yolcuya belki de hayatları boyunca karşılaştıkları en kazık soruyu soruyor: "O koca geminin durduğu yer kaç metre derindir biliyor musunuz" Birisi hemen atılıyor: "Vardır bir yirmi beş" Adam gülüyor: "Yirmi beş mi Hıh! Sen ekle ona bir yüz daha Bizim gördüğümüz kısmı kadar da denizin altındadır o geminin," dedi. Kendinden emindi. Bir İstanbul bilgesi gibi duruyordu; belli, vapurda satacağı bir hayli malumat vardı yolculara Keyiflendim, yolculuk şenlikli geçecek dedim kendime. Eskiden, rahmetlik olmadan önce Burhan Pazarlama vardı vapurda bu adama benzer. Ama o malumat değil de evde işe yarayacak küçük aletler satardı. Mutlaka sana satacak ilginç bir şeyler bulurdu. Öyle bir pazarlardı ki elindeki nesneyi, bazen bir limon sıkacağı, bazen bir bulaşık teli, sarımsak havanı, kalem falan olurdu bazen, ister istemez alırdınız. Ben de bir sebze soyma aleti almıştım rahmetliden yıllar önce, hâlâ mutfağımın en kıymetli, işe yarar aletidir, elim her defasında uzanır ona, o gün bugün sapasağlam duruyor çekmecede Daha eskilerde, Kadıköy'de mukimken, hani o aktif gazetecilik yıllarımda seksenlerin sonuna doğru yani, vapurda karşılaştığım bütün yolcular tanıdık gelirdi bana. Osman Cemal Kaygılı'dan okumuştum, hani soyadı kanunu çıktığında "Kaygısız" soyadını almak için nüfus müdürlüğüne giden, istediği soyadının başkası tarafından alındığını öğrenince de "O halde Kaygılı olsun" diyen eski zaman muharriri canım; işte o anlatır "Köşe Bucak İstanbul" kitabında. O zamanlar bu semtin adı "Kadıköyü" imiş, 1930'lu yıllarda bu semt bir muharrir yatağıymış, akşamları dokuz beş yahut on çeyrek vapuruna girenler muhakkak Mahmut Yesari'yi, Sadri Ertem'i, Ömer Rıza'yı, Cumhuriyet'teki Mahmut Agah'ı, Mübahat'ı, Vâlâ Nurettin'i, şair Salih Zeki'yi, eski yazıcılardan Fehmi Razi'yi, Nazım Hikmet'i, Fitnat Hanım'ı, sonra muhterem Ahmet Rasim Beybabamızı, Üstat Ahmet Haşim Bey'i yan kamaraların birinde yan gelmiş muhabbet ederken görürlerdi. Bu kadar çok muharriri olan bir semtte, bütün bu yazarların bir araya gelerek neden bir gazete çıkarmadıklarına, her sabah evlerinden çıkıp vapura binerek ta İstanbul'a (eskiler sadece sur içine İstanbul derlerdi) yani Babı-ı Ali'ye gittiklerine pek bir anlam veremediğini büyük bir keyifle anlatır üstat bize. Malumatfuruşun sesi ense kökümde Oysa tam karşımda duruyor. Durmadan anlatıyor. "Neden Okmeydanı demişler oraya biliyor musunuz" Belki de dün Safranbolu'dan, Çemişgezek'ten İstanbul'a gelmiş, vapurda birileri tarafından ciddiye alınmış da bir şeyler anlattığı için kendini kıymetli addetmiş o iki kişide bu sorunun da cevabı yok. Malumatı satan da biliyor bunu, maksat laf lafı açsın, açıyor da Anlatmaya devam ediyor, kendinden emin bir tavırla: "Okçular olmasaydı, Türkler Malazgirt Zaferini kazanamaz, Anadolu'ya giremezlerdi. Osmanlı da bunu bildiğinden okçuluğa çok ehemiyyet verdi, bir sürü yerde bir sürü ok sahaları inşa edildi." Baktım adam basbayağı üstadımız Murat Bardakçı gibi konuşuyor, daha bir kulak kesildim. "Fatih okçulara çok önem veriyordu. Fetihte neler yapabileceklerini biliyordu çünkü. İstanbul fethedildikten sonra, o muazzam zaferin önemli mimarları olan okçulara bir güzellik yaptı Fatih, Kasımpaşa sırtlarını onlara tahsis etti. Sınırlarını taşlarla belirledi ve bu sınırları ihlal edeceklerin vay haline dedi. Herkes korktu ve zinhar o alana kimseler giremez oldu. İşte Fatih Sultan Mehmet'in okçulara tahsis ettiği bu alana zamanla 'Okmeydanı' denmeye başlandı. Fatih'ten sonra gelen padişahlar da orayı daha bir ihya ettiler. Eskiden okçular uzağa ok atmada birbirleriyle yarışırlardı. En uzağa atılan okun düştüğü yere bir taş dikilirdi, işte o taşa 'Nişantaşı' denilirdi. Bugünkü Nişantaşı semti de adını oradan alıyor." Gerçi üstat Bardakçı, vapurdaki malumatfuruştan farklı olarak bu taşlara "menzil taşı" dendiğini söyler bir makalesinde ama belki de adamın bu makaleden haberi yoktu. Bardakçı aklımda kalan o makalesinde, asırlar boyunca üzerinde kuş dahi uçsun istemedikleri o korunaklı Okmeydan'ının Balkan Savaşlarından sonra oralardan gelen göçmenlere tahsis edildiğini yazmıştı. Cumhuriyet devrinde de özellikle 1950'lerde bir gecekondu semtine dönüştü. 90'lı yıllarda da girilmez bir eylem alanıydı, şimdi kentsel dönüşümü bekliyor bütün yoksulluğuyla. (Adamın söylediklerinde ilginç ayrıntılar olduğu için "malumatfuruş" demiş olmayı haksızlık addettim bir anda. Yazının bundan sonraki kısmında "Tarih Pazarlama" diyeceğim adama.) Burhan Pazarlama'nın yerini almış olan Tarih Pazarlama nasıl olduysa sözü Kadıköy Altıyol'daki Boğa Heykeli'ne getirdi. "O heykel var ya, Boğa heykeli Nereden bileceksiniz.. belki de görmemişsiniz" Çemişgezekli, "Ben görmüşüm" deyince, "Ha işte o Onun hikayesi daha ilginç Fransızlar bir savaşta onu Almanlardan almış, sonra da tarihte ilk defa Fransa'ya giden Sultanımız Abdülaziz'e hediye etmişler, o da önce Beylerbeyi Sarayına koymuş onu, sonra Yıldız Şale köşkünün bahçesini süslemiş Ama başka tarihçiler de bunun tersini söylerler. Derler ki, heykeli Alman İmparatoru savaş ganimeti olarak Fransa'dan almış Alman gavuru o zamanlar buralarda kendine müttefik arıyor, zorlanmamışlar bizim İttihatçıları kolayca kandırmışlar, Enver tıfıl, anında kanmış, geçmiş Alamanın yanına, onlar da şan olsun diye aha o heykeli hediye etmişler ona. Amerika'daki Özgürlük Heykeli de öyle. Fransızlar onu Mısır için yapmış, çünkü köklerini oraya dayamak istiyorlar, sonra bakıyorlar ki yeni kıtada yeni bir devlet kuruldu adına da Amerika dendi, buranın prestiji daha fazladır diyerekten Fransızlar hemen fikir değiştirip onu Amerikalılara hediye etmiş. Büyük devletler