Muhammedi gülleri, lanetli mavzer, iki şair, iki şiir!

Devasa bir adayı çevrelemiş gölün, şehirden tarafa en inceldiği yerde küçük bir ada daha var. Köprüyü işte buraya yapmışlar. Bir ayağı o küçücük adada; sonra şehri büyük adaya bağlayan bir köprü daha Aynı köprünün devamı olan iki köprünün ayaklarının bulunduğu minnacık adada sadece güller var, gül bahçesinin tam karşısında da yan yana üç huş ağacı duruyor Yan yana duran üç kavak gibi görünüyor gözüne. Köprünün ilk kısmını geçti, küçük adaya ayağı değer değmez küt diye o kokuya çarptı. Yarpuz kokuyordu su İnce bir sızı nasıl titretiyorsa insanın içini yarpuzu su öyle titretiyordu. Arkın iki yanını yarpuz istila etmişti. Dedesinin elinde kürek, suya yön vermeye çalışıyordu. Onun aklı saklı bahçedeydi. Bahçenin etrafı "pejan"la, yani dikenli dallarla örülüydü. İçerde bir mavzer saklıydı. Muhammedi güllerinin yanındaki taşkıranda, bir çaputa sarılıydı mavzer, mavzer gül kokmuyordu, uzaktı güllerden Güller mavzerden bihaberdi. Baharda salardı kokusunu şairin, "Baharın salavatı" dediği Muhammedi gülleri İki köprüyü birbirine bağlayan bu küçük adada çarptığı koku bu kokuydu işte! Demek o güllerin kokusunu almışlar, bir uçan halıya yüklemişler, Doğu masallarının kahramanı ifritleri, efsuncuları üflemişler halıya, halı uçmuş, uçmuş, günler, aylar süren bir yolculuktan sonra gelip iki köprünün ayaklarının buluştuğu dünyanın tepesindeki bu ülkenin bu minnacık adasına konmuş. Böyle olmasaydı o kokuyu duymayacaktı zaten Muhammedi gülleri dünyanın her yerinde, yedi iklim dört bucakta, yaz ve baharın kelebek ömrü kadar hüküm sürdüğü yerlerde de, baharın upuzun bir nasihat gibi sarktığı, yazın bitmez bir destan gibi uzadığı yerlerde de hep aynı kokarmış meğer. Dedesinin bahçesindeki gibi İçinde lanetli mavzerin saklı olduğu bahçedeki gibi Durdu köprünün öbür köprüye bağlandığı gül bahçesinde. Burnuna gelen gül kokusuna yarpuz kokusu karıştı. Dedesinin elinde kürek, onun aklında mavzer vardı. Gül kokusu götürmüştü onu lanetli mavzere. Lanetli mavzerin hikayesini dedesi; gülün hikayesini iki şair biliyordu. Bir yatılı mektebin yurdunda uzun uzun kimsesiz kalmış iki şair Güle "baharın salavatı" diyen şairi de "gülü alıyorum yüzüme sürüyorum" diyen şairi de gül bulaştırmıştı şiire. Biri yurdundan sürgündü, öteki yeryüzünden Biri uğruna şair kesildiğine "Monna Rosa" adını taktı, öteki "gülün tam ortasında" bir çağ boyunca ağladı durdu sürgünlüğüne. Gözleri dedesinin elindeki kürekte, aklı saklı bahçedeki güller içinde uzanmış mavzerdeyken iki şair de yoktu hayatında henüz. "Dede, dayım gösterdi geçen gün bana" Dedesi işini bıraktı, yaslandı küreğe bir dostuna yaslanır gibi. Peygamber gibi bakıyordu dedesi. Gerçi peygamberin yüzü dedesinin hicazdan getirdiği, duvarda asılı o resimde yoktu, yüzü olmayan ruhani bir tasvirdi sadece Dinlediği hadislerden bir yüz tahayyül etmişti daha önce, aklında o kadar canlıydı ki hayali, sanki dedesiydi. "Neyi gösterdi" Bir şey çalmış, bir suç işlemiş de kendini ele vermemek için kılıktan kılığa girmeye çalışan bir çocuk hali gelip yapıştı üzerine. "Mavzeri," dedi ürkekçe. "Ha," dedi dedesi hiç kızmadan Deminki o suçlu çocuk hali hemen uçtu üzerinden, cesaret geldi, "Hani bir gün anlatırım demiştin ya hikayesini" dedi soru sorarcasına. Dedesi işine döndü, suya yeni bir yol gösterdi, yarpuzlardan kurtuldu su, girdi mısır tarlasına. "Bir cinayet işlendi onunla. Lanetlidir." "Kim işledi" "Kendini vuran" Bir şey anlatılsa anlayacak yaştaydı. Bu yüzden anlatmaya karar verdi dedesi ona hikayeyi. "Bir yük vagonunda açtım gözlerimi" dünyaya diyen şair, "Aşkı mavzer yapmıştı kendine"; "en güzel şarkıyı bir kurşun söyler" diyen ise, o gül dolu şiirden sonra bir daha bulaşmadı dünyevi aşka Muhammedi güllerine yanağını yaklaştırmış telefonuyla fotoğrafını çekerken bunlar geldi aklına. Oysa dedesi ona mavzerin hikayesini anlatıyordu. Ahırın bir köşesini yıkanma yeri olarak kullanıyorlardı köylüler. "Serşok" diyorlardı buraya. Damat sabah namazından sonra yıkanıp paklanmak için "serşok"a girmişti. Kapıda, içinde "gül" geçen bir stran (şarkı) söylüyorlardı damadın çıkmasını bekleyen akranları. Oysa o akşamdan tedarikliydi. Mavzeri ahıra saklamıştı. Dışarıda akranları şarkı söylüyordu: "Haydi götürün damadı banyoya Yıkayın onu gül suyuyla Misafirdir bu gece gül kokuluya" Sevdiği birisine değil, yengesine; geride bıraktıkları yaman bir kış günü avdan dönerken çığ altında kalan ağabeyinin dul kalan karısının koynuna girecekti bu gece. Düğünlerini geçen yıl yapmışlardı ağabeyiyle yengesinin. Daha karnı şişmeden yengesinin, ağabeyini kar yutmuş, genç kadın evde kocasız kalmıştı. Baba evine gönderilemezdi artık, evlerinde de bu haliyle kalamazdı, yazıktı; babası düşünmüş, kadının iyiliği için onu bekar oğluyla nikahlamaya karar vermişti. Hikayeyi anlatan dedesi küreğiyle suyun yolunu biraz daha çerçöpten temizledi. Köyün imamı hem de dünyevi işlerde rehberiydi dedesi. "Bana sordular, şeran caizdir dedim, demeseydim keşke," dedi anlattığı hikayenin burasında. Cep telefonuyla çektiği güllü fotoğrafına baktı. Kafasını hafifçe güle yaslamıştı sanki. Uzaktaki kilisenin çanı çalmaya başladı. Yurdundan sürgün şairin "Gül"ü, bir çocukluk travmaları şiiridir