Köylülük bize ne yaptı, biz köylülere ne yapalım

Doğduğum, çocukluğumun geçtiği, anı adına ne varsa onları ilk biriktirdiğim yere, geriye dönüp asıl cennetim orasıymış dediğim köyüme yıllar sonra saçı başı ağarmış, neredeyse ihtiyar bir herif olarak gittiğimde beni en çok şaşırtan şey, her şeyin küçülüp avuç içi kadar kalmış, en uzak gelen mesafelerin bile kısalıp iki adımlık hale gelmiş olmasıydı. "Burası bu kadar küçük bir yer değildi, galiba bana bir haller oldu" diyecektim ki, aynı duyguyu yaşayan başka arkadaşlarımın anlattıkları geldi aklıma. Demek ki mesafelerin uzaklığını, mekanın biçimini bulunduğun yaşın gözü belirliyormuş. Bir çocuk gözüyle gördüğün şeyi, o gözün gördüğü biçimde hafızana kaydedersen, hafıza o görüntüyü dondurur. Yıllar sonra karşılaştığın gerçek mekanla hafızandaki mekan aynı mekan olduğu halde, hafızanın dondurduğu değil, senin karşına çıkan yeni hali şaşırtır seni. Bu da hafızanın sana oynadığı o şaşırtıcı oyunlarından birisi olsa gerek. Çocukluğumda, karşılaştığımızda mutlaka bir öğüt veren, aile içinde otoriter, akrabalarına düşman, habis, kıskanç, tarlaya verilecek su sırası yüzünden oğlunu öldürtmeye hazır, övündükçe övünen, şiştikçe şişen, her kusuru başkasında bulan, kıyasa bayılan, çulsuz olduğu halde herkesten zenginmiş görünen, cimri, üşengeç, her işi ertesi güne erteleyen, birkaç kişinin bulunduğu bir yerde mutlaka bir anıyı, duyduğu bir şeyi belki de yüzüncü kez tekrarlayan, yeni bir anıya, yeni bir bilgiye kapalı, bütün ömrünü kimden duyduysa artık, bildiği o şeyle geçirmiş, bunu da muazzam bir hayat tecrübesiymiş gibi başkasına aktaran köylüler vardı yaşadığım yerde. Belki de hayatları boyunca gittikleri en uzak mesafe komşu köydü, bazıları da gittiği yayladan başka köyün dışına çıkmamıştı. O mekan onlara yetmiş, hayatından memnun bir ömür tüketmişlerdi o daracık yerde; bu yüzden bütün dünyayı o daracık mekan, kendilerini de o mekanın kralı sanıyorlardı. Köylülerin mesleği yok, mekanları vardır çünkü. Köyden ayrılıp mektep okumak üzere şehre gittikten sonra it gibi köyümü özledim durdum. Her gece rüyasını gördüm uzak kaldığım yerin. Yatılı mektebi çevreleyen duvara çıkıp korkuluklara dirseklerimi dayayıp uzaklara baktığımda, şehre gelen yolun kıvrıldığı viraj çıkıyordu karşıma. O virajı dönersem, o yol beni köye götürecekti. Bulabildiğim her fırsatta o duvara çıkar, o viraja bakar ağlardım. Cennetim orasıydı ve alabildiğine özgür olduğum o cennetten alıp her şeyin katı kurallarla cendere altına alındığı bu cehennem benzeri yere getirmişlerdi beni; zorla almışlardı cennetimi benden. O yıllardan itibaren, belki de liseyi o şehirde bitirip üniversite okumak üzere İstanbul'a gelinceye kadar köye olan hasretim hiç dinmedi. Beni bir kitap müptelası yapan köy romanları oldu, sinemayı tutkuyla sevmeme sebep şehir sinemasında seyrettiğim köy filmleri... Koptuğum çocukluğumun o cennet mekanına beni edebiyat ve sinema bağlamıştı. Başlarda o romanlardaki hiçbir köylünün hiçbir absürt davranışı bana tuhaf gelmiyor, sinemadaki o yapay mekanlar hiç de bilincimi rahatsız etmiyordu. Bir film; bir kavaldan çıkan dokunaklı veya bir bağlamadan çıkan acıklı bir ezgi eşliğinde kırsal bir mekanı göstererek açılıyorsa dünyalar benim oluyor; Kemal Bilbaşar'ın, Dursun Akçam'ın, Fakir Baykurt'un veya Yaşar Kemal'in romanlarında pişen bulgur pilavının üzerine dökülen kızgın tereyağı kokusu, beni alıp çocukluğumun geçtiği mekanlara bırakıyor, uzak kaldığım köydeki kokuları getiriyordu bana. Oysa ne o filmlerdeki ne de o romanlardaki köylüler hakikiydi. Hepsi bir yazarın muhayyilesinin ürünüydü. Köyden çıkmış, köy enstitüsünde tahsil görmüş, arkasından da öğretmen olmuş bana benzeyen köylü çocukları; okudukları Fransız ve Rus klasikleriyle "bilinçlenmiş", kendi yaşadıklarını, kurdukları yapay bir atmosferin içinde, orayı bize anlatarak, kendilerine o yoksulluğu, o ıstıraplı hayatı reva görenlerden edebiyat yoluyla intikam aldıklarını sanıyorlardı. Filmcilerin işi hepten zordu. Zira bize o filmleri yapanların büyük bir kısmı tek bir gün köyde yaşamamış, o tereyağının kokusunu duymamış, o bulgur pilavına tahta kaşık sallamamış, anlayacağınız oraların tamamen yabancısıydılar. Köyde doğmuş, köy mektebinde okumuş köylü öğretmenleri dışında tutarsak Türk münevveri Türk köylüsünü; Rus ve Fransız edebiyatından öğrendi ama onu da yanlış öğrendi. Rus ve Fransız romanlarındaki köylüler aşağılık, pis yaratıklardır. Biz Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren "köylüyü milletin efendisi" saydığımızdan; bu "resmi görüşe" halel getirip "böyle berbat efendi mi olur" diyecek isyana kalkışmayı pek kimse göze alamadığından, yazarlar ister istemez o Rus ve Fransız romanlarından öğrendikleri köylüleri, onların tersine "aydınlanmanın" neferleri "öğretmenler" ve "idealist devlet memurlarının" feodal düzenin simgeleri ağalara ve dinin temsilcileri imama karşı giriştikleri mücadelenin doğal neferi saydılar. Onların ruhunu, düşünüş biçimini, mantalitelerini, kafalarında kurdukları dünyayı bilmeden onlara taşıyamayacakları roller verdiler. Bu durumu büyük bir yazarlık becerisiyle tersine çeviren ilk yazar -solcu münevverlerin ekseri çoğunluğunun köylü görünmek için özel bir çaba harcadığı 1970'li yılların başlarında büyük ironi ustası Oğuz Atay oldu. Oğuz Atay, "Tehlikeli Oyunlar"ı yayınladığında, yani 1973'te Türkiye'de toplam nüfusun neredeyse yüzde yetmişi falan köylerde yaşıyordu. Cumhuriyet hükümetleri hâlâ köye ulaşım projeleri yapıyor, Ecevit gibi politikacılar, memleketin kurtuluşunu köylüyü siyasal hayatın bir parçası haline getirmek, onu ekonominin verimli bir aracına dönüştürmek için CHP'yi "ortanın soluna" çekmeye çalışıyordu. "Memleketimiz" tam da Oğuz Atay'ın kahramanı Hikmet Benol'un komşusu Nurhayat Hanım'ın oğlu Salim'e "Ülkemiz" konulu ev ödevinde yardım ederken çocuğa yazdırdıkları gibiydi: "Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır. () Biz, bu sınırların içinde kalırız. Bundan başka, ülkemizin dört bir yanı, köylülerle çevrilidir. Köylülerle çevrili ülkemizde birçok ürün yetişir. () Ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. () Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. () Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasından diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. (Tehlikeli Oyunlar, s.110-113) Oğuz Atay'ı "ülkemiz ve köylüler" hakkında edebiyatta başka bir örneği olmayan bu muhteşem ironik satırları yazmaya götüren hikayenin geçmişi bir hayli uzundur. Köy öğretmenliği, Cumhuriyetten sonra en kutsal vazife bilindi. Bu vazifeyi seçenler "adanmış" insanlardı. Edebiyata ilk yansıması Reşat Nuri Güntekin'in "Çalıkuşu"romanıyla oldu. Bu bir ülküydü ve ne yazık ki bu ülkü kısa sürede iflas etti. İş fazlasıyla romantize edilmişti, "orada bir köy vardı uzakta", dereleri şarıl şarıl akıyor, rüzgarları ılgıt ılgıt esiyordu, "gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz"dü. Köy enstitüleri bu romantik fikre karşı çıkılarak çıktı ortaya. Artık köylüye, köylü çocukları aydınlanmayı götürecek, büyük şehir köyü orada tamamen unutacaktı. (Jak Kamhi'nin hatıratında okumuştum. İsmet Paşa'nın oğlu Ömer'le teknik üniversitede arkadaşmışlar, bir gün Paşa sorar "ne olacaksın" diye, Jak Bey de "mühendis" deyince İsmet Paşa, "aman fazla yol yapmaya kalkışma, sonra bütün köylüler şehirlere dolar" der.) Köy Enstitüleri ilk mezunlarını verir vermez memleket sanatının, edebiyatının her yerine köycülük hızlı yaygınlaşan bir virüs gibi bulaştı. Köylü portrelerini yapan ressamlar birbiriyle yarıştı, halk müziği baş köşeye oturdu, Aşık Veysel'in kafasına bir fötr şapka takıldı, koluna girerek İstanbul'da münevver evlerine baş konuk yapıldı, "köy türkülerini dinleyen şairler şairliklerinden utanmaya" başladı. Fakir Baykurt'un köyde bir kadının direnişini anlatan "Yılanların Öcü" romanı 1958 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü için Yusuf Atılgan'ın ölümsüz romanı "Aylak Adamı"la yarıştı ve birinci oldu. Jürideki Behçet Necatigil'in ısrarıyla ikinci olan Yusuf Atılgan'a "Neden köy romanı yazmadın" diye sorulduğunda "henüz kendimi o yetkinlikte görmüyorum" dedi. Edebiyatta durum böyleydi de resimde çok mu farklıydı Köyü ve köy temalarını hararetle, severek eserlerine yansıtan ressamlardan Abidin Dino, Turgut Zaim ve Nuri İyem başı çekiyordu. Dino muhteşem köy desenleri çizdi. Turgut Zaim'in Yörük kızı aldı başını gitti. Hele Bedri Rahmi Bir süre sonra Melih Cevdet'in deyimiyle, "köy çorabı, heybe ve örtü desencisi" oldu çıktı. Melih Cevdet Anday hatıratında Abidin Dino'dan dinlediği bir anısını şöyle nakleder: Kayseri istasyonunda Ankara'ya gidecek treni beklerken, bir köylünün çorapları gözüne çarpmış Abidin Bey'in. Yırtıkmış bu çoraplar ama bir renk cümbüşü içindelermiş. Dayanamamış Abidin Bey, yanına gitmiş köylünün, "Çoraplarını bana satar mısın" demiş. Şaşırmış köylü, "Ne çorabı Hangi çorap" "Ayağındakileri" demiş Dino. Bunun nasıl bir alışveriş olduğunu anlamayan köylü korkmuş, deli mi ne demiş, kalkmış ayağa, hızlıca oradan kaçıp gitmiş. Bu köy aşkı nereden çıkmıştı, bu fikir nereye gidecekti, bu köylü romantizmiyle toplum nasıl üretici bir toplum haline gelecek, "muasır medeniyete" nasıl ulaşılacaktı, bu konuda hiç kimsenin hiçbir fikri yoktu. Yine Melih Cevdet anlatır. Bir gün Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun teknesiyle Boğaz'da geziyorlarmış, Bedri Bey onu akşam yemeğine eve davet eder ve ekler, "Aşık Veysel gelecek, türkü söyler bize," der. O da, "Bu akşam Oistrah'ın konseri var, oraya gideceğim, gelemem" der. Bedri Bey'in yüzü değişir, "Reis" der, "Aşık Veysel dururken Oistrah'a gidilir mi" Melih Cevdet, "Gidilir," der. Bedri Rahmi her konuda çok güvendiği ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'na bakar, "Gidilir mi" diye sorar. Sabahattin Bey başıyla "gidilir" diye onaylar, Bedri Bey yatışır. İsmet Özel'in "Cinayetler Kitabı" 1975 yılında yayınlandı. 1974 yılında yazdığı, o kitabın ilk baskısında yer almayan, ama daha sonraki baskılarına eklediği 1974 yılında yazdığı "Akla Karşı Tezler" diye bir şiiri var. Dört tezden müteşekkil şiirin dördüncü tezi bir sorudur; "Köylüleri niçin öldürmeliyiz" Kendi sorusuna cevabı şu şekildedir şairin: "Köylüleri niçin öldürmeliyiz Bu sorunun karşılığını bulamıyorum içinden çıkılmaz bir olay, ama önemsiz köylüleri öldürmesek de olur hatta onların kalın suratlarını görmezlikten gelebiliriz yapılacak çok şey var daha sözgelimi ben, kendim hiç hayıt ağacı görmemişim görmeden ölürüm diye korkum da yok değil mi ki albatrosu Baudelaire'den Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendim bir gün bakarsınız şu güzelim bilgiç beynimi kırıp teneşir tahtası olarak kullanabilirim." Cemal Süreya ile Sezai Karakoç'un alışverişi gibi şair şairden mısra "ödünç" alabilir, şair şairden esinlenebilir, hatta şair şairden mısra çalabilir, bütün bunlar edebiyatın cilveleri dahilinde tartışılır ama ben şimdiye kadar "Köylüleri niçin öldürmeliyiz"