İstiklal'de yüzler!

En çok İstiklal Caddesi'nde geliriz yüz yüze. Hiçbirimiz bir diğerin konuştuklarına duymayız pek yürürken; yatağında su yerine insan akan bir nehre benzeyen bu caddede birbirimizin yüzüne bakarak kapılırız o coşkun sele. Kim kimin yüzünde ne arıyor bilmem ama biliyorum unuttuğumuz bir yüz hep burada çıkar karşımıza. Memleket ahalisi her gün gayri resmi bir geçit töreni yapar bu caddede. İstanbul'a gelip de bu caddeye uğramayan çok az insan yaşar Türkiye'de. Bazılarımızın anıları ise ihtiyar halimizin elinden tutmuş hiç ayrılmıyor bu caddeden. Bu caddede nahoş bir şey olduğunda herkesin ağzından "bu sabah", "dün akşam, "önceki gün oradaydım" lafı çıkar. Benim de cumartesi günüm orada geçmişti. Öğlen yemeğini Abdullah Efendi'de yemiş, her zaman uzun uzun vakit geçirdiğim kitapçılarda eşelenmiş, sinemalarda seyredecek bir film aramış, birkaç kitap almış, her zaman baktığım vitrinlere bakmış, caddenin mütemmim cüzü sokak çalgıcıların önünde az biraz durmuş, bir iki tanıdığa rastlamış, bir iki arkadaşla yarenlik etmiş, akşam da birkaç dostla bir ocak başında uzun uzun "memleketi kurtarmıştık". Türkiye günde bir defa bu caddeyi baştan başa kat eder. O gün ben de öyle yapmıştım. Kültür tarihimizin nirengi noktasıdır bu cadde. Sanatın başkentidir. Belki bugün bu payıtahtı biraz sallanmış olabilir ama bu memlekette kültür namına bir yığın şeyin geleneği bu caddede başlamış. Sadece Sâlah Bey'in Tarihi'nden "Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu"nu okuyun yeter. Aslında Sâlah Bey de geçmişini anlatıyor caddenin; açılan ilk kahveleri, pastaneleri, sinemaları, didik didik ediyor her yerini. Kitabı 1983'te çıkmış piyasaya. Benim İstanbul'a geldiğim yıl yani. Ama Sâlah Bey artık birçok kişi için bir tarih olmuş olan 1980'lerin değil, çok daha gerilere, yüzyılın başına giderek anlatmaya başlıyor hikayesini. Zaten Cadde-i Kebir'e dair söz alan herkes, bu caddenin neresinden tutacağını bilmemenin şaşkınlığını yaşar. 1900'lerin öncesine gidersek eğer, modernleşmenin başladığı mekandır burası İlk beyaz gelinliği dikip hünkarın kızı Naime Sultan'a giydiren Jean Botter, ilk "Moda Evini" bu caddenin sonunda, şu anda tadilatta olan Botter Aparmanı'nda açtı. İki adım daha geçin Botter Apartmanını yolunuza İsveç Sarayı çıkacak. Deli Pedro'ya yenildikten sonra Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınan İsveç Kralı Karl, burada uzun yıllar kalıp "Demirbaş Şarl" lakabını alınca; memlekete döndükten sonra onun için yapılan masrafların karşılığı olarak inşa edilmiş bu bina, İsveç devletinin borçlarına karşılıktır Sonradan satın alıp konsolosluk binası yapmışlar. Ne zaman Rus Konsolosluğu'na yaklaşsam, vakti zamanında "iştirakçılık" sevdasına düşmüş bir zamanların eski tüfekleri gelir aklıma. Yakınlarında hep hafiyeler dolaştığı için Rus Konsolosluğuna bakıp "Moskova'yı hayal etmek" bile yasak Oralarda, çok yakın bir yerde, bir apartmanda Adalet Cimcoz'un evi vardı, bu şehirde son gecesini bu caddedeki o evde geçirdi Sabahattin Ali, bir gün sonra Bulgar sınırında kafasını kalasla parçaladılar. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız General Franchet d'Esperey at sırında bu caddeden geçerek varmıştı Fransız sefaretine. Emir tez elden dolaşmıştı her yerde, civardaki bütün camilere Yunan bayrağı çekilmişti, Ağa Camiye de 16 yaşındadır daha Nazım Hikmet, tıfıl şair geçerken burada camiye asılı bayrağı görür, "Havsalam almıyordu bu hazin hali önceAh, ey zavallı cami, seni böyle görünce" diye başlayan uzun şiirine oturur. Oğuz Atay da Ahmet Cemal'i bu caminin yakınında bir yerde bir ocak başına davet etmiş, tercüme etsin diye Elias Canetti'nin anıtsal romanın "Körleşmeyi" kucağına vermişti. Ne zaman aynı cadde üzerinde Mısır Apartmanı'nın önünden geçsem, yanımda biri varsa eğer, o biri İstanbul'u, Cadde-i Kebir'i benim kadar bilmiyorsa, "Akif aha bu apartmanda öldü, yakın dostu Mithat Cemal Kuntay'ın evinde Öldüğünde 63 yaşındaydı, coşkuyla ölmüştü Akif, Resul-i Ekrem'le aynı yaşta vefat etmişti çünkü" diyerek anlatırım Mithat Cemal'den okuduğum hikayeyi. O sırada Mısır Apartmanının önünde bir cenaze canlanır gözümde. Soğuk bir Aralık günüdür, bir tabut çıkıyor apartmandan. Dışarıda yine hafiyeler var, ölüsü bile tehlikelidir bazıları için İstiklal Marşı yazarının Çok az kişi omuzluyor tabutu, soğuk havaya çıkan tabut değil, sanki bir şeyler kaçırıyor dostları devletten Fikret Adil ile Necip Fazıl'ın kaldığı ev biraz geride kaldı, Asmalımescit'te o Ev değil orası hayır, 47 numaralı pansiyon odası Necip Fazıl'la kaldıkları odalarına Elif Naci, İbrahim Çallı, Peyami Safa, Mesut Cemil de geliyor. Fikret Adil ateşler içinde, ilaç alsın diye arkadaşı Necip Fazıl'ı eczaneye gönderiyor, o da sıtmaya tutulmuş gibi titreyen dostunun ilaç parasını götürüp kumara yatırıyor, hikaye, günler sonra parasız kalınca odaya dönen üstadın başına dökülen bir kova .la nihayete eriyor. Oralarda Yakup var, bir masada Turgut Uyar demleniyor, ama takılmayacağım onlara "Çağrılmayan Yakup"un bu mekanla bir alakası var mı sahiden Galatasaray'da Ara Güler'in adını taşıyan arkadaşım Yaşar'ın yerinde bir kahve içeceğim. Duvarlarında hep Ara Güler'in fotoğrafları var mekanın. Tesadüfen o gün Cadde-i Kebir'deymiş, boynunda fotoğraf makinesi Bir yağmacı güruh girmiş caddeye. Sene 1955'tir, aylardan Eylül Hüzün değil korku çökmüş caddeye. Malını bırakıp canını kurtarmak istiyor gayri Müslimler. Ayakkabıcı dükkanlarına giriyorlar, yırtık pırtık pabuçlarını orada bırakıp parlak rugan iskarpinler geçiriyorlar kirli, çamurlu ayaklarına yağmacılar, üst üste beş kadın kürkü giyenlere rastlıyor Ara, ara vermeden fotoğraf çekiyor. Kenarda durmuş hüngür hüngür ağlıyor Orhan Kemal "Gurbet Kuşları" romanına hadise şöyle geçer: "Millet kıyamet. Polisler bir yandan arka olur, millet coşmuş, kudurmuş. İnsanın aklı başından gidiyor. Dükkan kepenkleri mukavva gibi yırtılıyor. Kim yırtıyor Belli değil. En korkak, en zayıf insan olmuş yedibaşlı dev! O koca koca buzdolapları, o caanım avizeler, top top kumaşlar, o tabaklar, sürahiler Şu bastığımız yerler kaldırımlar yok mu, tekmil ipekli yünlü serili. Bastığın yerler ipekli yünlü!" Ada'dan gelir gelmez bu caddede soluklanır Sait Faik. Tünelden çıkmış yazar dudağının kenarında bir cıgarayla Baylan'a gidecek. Bir de bakmış ki karşıdan kol kola girmiş Yaşar Kemal ile Aşık Veysel gelmekte. Önlerine çıkmış, yüzlerine baka baka katıla katıla gülmeye başlamış. Yaşar Kemal kızmış gevrek gevrek gülmesine, "Ne gülüyorsun pis pis lan" diye çıkışmış dostuna. Sait Faik gülmeye devam ederek, "Nasıl gülmeyeyim, iki kişi tek gözle yürüyorsunuz," demiş, onları orada bırakmış, arkasından gelen Yaşar Kemal'in küfrünü duymadan karşıdan gelenlerin yüzlerine baka baka yoluna devam etmiş. 1977'de, şahane bir 1 Mayıs günüydü. Saçma sapan devrim marşlarını silah sesleri bastırdı. İnsanlar caddeye doğru koşmaya başladı. Düşen ezildi, ezilen can verdi. "Düşen, tehlikeye sunulmuş kurbandır," demişti Elias Canetti, "kitlenin bir yöne ihtiyacı vardır", yön diye caddeyi belledi çoğu kişi 34 insan can verdi. Bu caddede koşmuştum ilk defa Yaşar Kemal'in arkasından Koca gövdesini yuvarlaya yuvarlaya akıyordu nehir içinde, arkasından yetişmiş, önüne geçmiş, adımı söylemiştim ona. Bana okkalı bir küfür savurmuştu, hikayesi uzundur bu küfrün... Ondan duymuştum bu caddeye her girişimde aklıma gelen o hikayeyi de... O "İnce Memed"le adını dağa taşa yazmış, hemşerisi, elinden tutup Atıf Yılmaz'a götürdüğü o esmer Kürt delikanlısı büyümüş, "Çirkin Kral" olmuştu. O zamanlar Cadde-i Kebir araba trafiğine açık. Yaşar Kemal yine gövdesini gezdirmeye çıkarmış caddeye, yürüyor. Oradan geçmekte