İki derviş Neyzen ile Akif!

1880'li yılların başı, Bodrum'da mehtaplı bir gece, yedi yaşında bir çocuk, Tepecik Kahvesinde tahta iskemlede, babasının yanında, babası birileriyle muhabbette, çocuğun gözleri suyun üzerinde oyun oynayan ışıkta. Ay bakır bir tepsi gibi gökte, gümüş ışıkları yağmur gibi dökülüyor denize. Deniz öyle kıpır kıpır, avucuna alsan uçup gidecekmiş gibi... Bir ara oturdukları yere iki gölge yaklaşıyor. Yüzlerinde Allah aşkı parlayan iki derviş, orada bulunanları selamlayıp bir köşeye oturuyorlar. Sonra birisi koltuğunun altından ince uzun bir kamış çıkarıyor, çocuğun gözleri artık denizin üzerinde oynaşan ışıkta değil, dervişte Derviş "ya destur" deyip başlıyor üflemeye. Yanındaki arkadaşı da yanık sesiyle gazele asılıyor. Çocuk çıkan ezgiyle birlikte, ruhunun en derin yerine kadar ürperiyor ve bir daha aslına dönmemek üzere kendinden geçiyor. O gece, o deniz kıyısında kulağına gelen ve bütün benliğini saran o ilahi ses, o andan itibaren o çocuğu hayatı boyunca derbeder; ne aradığı ne istediği bilinmez, bazen Eflatun'la boy ölçüşecek kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye sığınacak kadar aşırı sarhoş Neyzen Tevfik yapar. Dervişlerin getirdiği ney o gece ruhuna nasıl bir serinlik yaydıysa, bir süre sonra okul çıkışında çarşıda, zurna ve lavtaların ahengine tempo tutan davul tokmakları eşliğinde şahit olduğu bir seremoni, balyoz olup kafasına iner. Ona doğru gelmekte olan kalabalığın ellerinde on on beş sırık, her sırığın ucunda bir şakinin kesik başı var. Gözleri dehşetle açılır, çığlığı basar, durumu gören babası o feci manzarayı daha çok görmesin diye Tevfik'i bir demirci dükkanına atar ama heyhat, çocuk göreceğini görmüş, çoktan neyin sesiyle coşmuş ruhunda kanlı bir kasırga kopmuştur. Dinmeyen bir titremeyle eve götürülür çocuk fakat ne yazık ki kendi deyimiyle "bilincinin bir burcu göçmüş, akıl tahtasının bir çivisi o demirci dükkanına" düşüp kaybolmuştur. Daha sonra bütün hayatı boyunca onu çıldırma noktasına getirecek "sara nöbetlerinin" bu hadiseyle başladığın söyler Neyzen Tevfik. Bir süre sonra memur babası Urla'ya atanır. Hasta haliyle çarşıda gezerken bir gün bir berber dükkanından, Tepecik kahvesinde duyduğu neyin sesine benzer bir ses duyar. İlk ney hocası Berber Kazım Ağa'dır. Sara nöbetleri onu mektepten uzaklaştırır. Ama mektepteyken de hocalarına muziplik yapmaktan geri durmaz. Farsça şiirler yazar; bunları Muallim Fevzi'ye gösterir, yanlışlarını düzeltmesini ister. Fevzi Hoca, neredeyse her kelimeyi çizip düzelterek şiirlerinin canına okuyan bir hocadır. Neyzen günün birinde hocaya yeni bir gazel sunar. Hoca da her zamanki gibi çizmeye, karalamaya girişir. İlk ikilikten sonra Neyzen: "Aman hocam," der, "yanlışlık oldu! O gazel benim değil, Hafız Şirazi'nindir!" Mektebi bırakır, koltuğunun altında neyiyle İzmir Mevlevihanesinin kapısından girer. Kısa sürede İzmir eşrafı arasında namı yayılır ama babası onun İstanbul'a gidip medrese tahsili görsün ister, böyle ney çalarak bir hayat geçmez! Babasını kıramaz Tevfik, günlerden bir gün kendi deyimiyle 'sırtında latamsı bir cübbe, başında ince burma bir sarık, öne doğru yan kondurulmuş koyu renkli fesinin kenarına kıvrılmış kıvır kıvır saçları ile 19 yaşında kara yağız bir delikanlı' olarak Karaköy rıhtımında İstanbul'a ayak basar. Ruhuna sanat tılsımı üflenmiş birçok yaratıcı tahsil görmek üzere İstanbul'a gelmiş, içlerinden çok az kişi mektep bitirip memleketine dönmüştür. Neyzen Tevfik de onlardan biridir. Medrese ona göre değil, soluğu Galata Mevlevihanesinde alır. Burada, "hayatımda dinlediğim en güzel ses" dediği Bursalı Hafız Emin çıkar yoluna. Hafız Emin ona hayatının hediyesini verir; bu şehre gelişinin üçüncü gününde alır onu Fatih Camii'ne bakan sıra kahvelerden birisine götürür. Bu kahveye her akşamüstü "Ziraat Nezareti umur-ı baytariye (veteriner işleri) başkatibi" Akif Bey gelir, o gün de oradadır, tanışırlar. Akif o zamanlar 28-30 yaşlarında güzel yüzlü bir zattır. Bazı dostluklar, sanki tanışmadan çok önce başlamıştır, ikisi de sanki yıllar önce tanışıyorlarmış gibi birbirine sarılır. Akif yeni evlidir, eldir demez, Neyzen'i o akşam evine davet eder. (Ardan yıllar geçer, bir aile toplantısında, oradaki kalabalığa, yanındaki Neyzen ve eşini göstererek, "Ben bu iki cezayı da aynı tarihte tanıdım ve kendime yar edindim" der.) Neyzen "Tercüme-i Hâlim" adlı uzun şiirinde Akif'le tanışmasını şöyle anlatır: "Bursalı Hafız Emin isminde bir ehl-i vefâ vardı. İzmir'den tanırdım burada çıktık âşinâ Bence bu âdemdi mîzân-ı vefânın bir kefi O tanıttı âcize şâir Mehmet Âkif'i. Hazret-i Âkif ki sâhib-i fazl u üstâd-ı güzîn, Her cihetle hâl-i dervişâneme oldu muîn Birçok üstadân-ı ilm-i musîkiye intisâb Eylemiştim sâye-i lûtfunda ki nimel-meâb Kendisi bizzât okutmuşdur fakîre Bûstan, Hem Fransızca, Arabca, Farisî birçok zaman Mevki'imde başkası olsaydı bî-şek dâimâ Per açıb cevv-i maârifde ederdi irtikaa." Akif, o günden itibaren gözünü Neyzen'den ayırmaz. Neyzen'le aralarında 6 yaş var, ona ağabeylik yapar, bazen de baba şefkatiyle yaklaşır. Akif ki dostları için her şeyi göze alabilen birisidir, ikisinin de yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay ondaki dostluk anlayışını şöyle tarif eder: "Birinin gözyaşı, aktığı yüzde kuruduktan yıllarca sonra Âkif'in kirpiklerinde ter-ü-taze durur." Ta çocukluğundan kalmıştır Akif'e bu merhamet duygusu, dindarlığı ve hayat tecrübesinin de bunda payı var. Akif aynı zamanda bir musiki müptelasıdır. Neye de özel bir meyli var. Kardeşiyle birlikte aynı evde yaşayan Neyzen'e sık sık gider; Neyzen ona neye üflemesini öğretir o da Neyzen'e Arapça Farsça dersleri verir. İki yıl sürer bu karşılıklı alışveriş, ikinci yılın sonunda Akif parmakları uzun ve kalın olduğu için ney deliklerini hızlı açıp kapayamadığını düşünerek vazgeçer ney çalmaktan. Üzülür de şu beyti yazar: "Heyhat! Söndü şevkim, şevkimle ben de söndüm; Hanlarda sürüne sürüne Aşık Garib'e döndüm!" Neyzen, Akif'i hocası olarak görür. "Tercüme-i Hâlim" şiirinde onun için, "Âdem etmek çün beni çok yorulmuşdur bu zat,Kalmışım ruhumla minnetdârı, mâdâm-el hayât," der. Akif'in sakin, dengeli, şahsiyetine hayrandır ama süfli, serseri, bedmest, küfürbaz Neyzen tutamaz bazen kendini, Akif'in baytarlığına gönderme yaparak "velinimetine" ağır küfürleri eder. Ama aynı sırada Akif'e "mürteci" diyen bir yazara ise "bütün sülalesine yetecek bir küfür savurur." Sâlah Birsel "Kahveler Kitabı"nda, Neyzen ile Akif'in sık sık Direklerarası'nda Şark Tiyatrosu bitişiğindeki Çaycı Hacı Mustafa'nın Çayevinde buluştuklarını yazar. Akif, Neyzen'i İstanbul'daki sanat edebiyat dünyasında gezdirmiş, Neyzen onun sayesinde Hersekli Arif Hikmet, İbnülemin Mahmut Kemal, Halil Edip gibi çağın kalbürüstü şahsiyetleriyle tanışmış, onların evlerinde yapılan edebi toplantılarına hep Akif'le katılmış, ney çalmış, durmadan içki içmiş. Akif, arkadaşının hem hocası hem de mihmandarıydı. Bazen medreseden "setre pantolon giyiyor, sarık ve cübbe taşımıyor" diye kapı dışarı edildiğinde, Mevlevihaneden "namaz kılmıyor, abdestsiz ayine katılıyor" diye kovulduğunda imdadına hep Akif koşar. "Din ve itikat.. Ne tuhaf iki kelime! Allah'a inanır mıyım Yaşım altmışı geçti. Bunun hâlâ farkında değilim" dediği halde dindar Akif onunla dostluğu hep sürdürür. Çaycı Hacı Mustafa Neyzen'in en yakın dostu, bir gün birlikte hamama giderler. İkisi de fena içici. Hamamda alem yapacaklar. Giderken yanlarında bir damacana rakı götürürler. Yanlarına bardak almayı unuttukları için rakıyı hamam kurnasına boca ederler. Bardak yerine ellerinde hamam tası var. Geçerler kurnanın başına. Neyzen başlar neyi üflemeye, Hacı başlar okumaya. Rakı bittikçe rakı aldırırlar. Hamam sıcak, durmadan terledikleri için bir türlü sarhoş olmazlar. Neyzen'in aklına bir fikir gelir, sırtına bir aba geçirir, karşıdaki eczaneye koşar, bir şişe eter alır, gelir rakının içine boşaltır. O sırada akıllarına bir fikir daha gelir. Madem Adem Baba ile Havva Ana çıplak gezmişler, o halde onlar da yapabilir! Neyzen çırılçıplak hamamdan fırlar, Şehzadebaşı'nın yolunu tutar. Arkasından anadan üryan Hacı Ne var ki bu adembabaların gezintisi çok sürmez, zaptiyeler yetişir, ikisini derdest edip karakola götürüler. Akif ile Neyzen'in ortak noktalarından birisi de Abdülhamit istibdadına duydukları nefrettir. O dönem Osmanlı aydınlarının hemen hemen hepsi "Abdülhamit nefretinde" birleşiyorlar. Bu nefret öyle bir noktadadır ki; ikisinin ortak arkadaşı Mithat Cemal Kuntay "Üç İstanbul" romanın tek oğul sahibi kahramanı Dağıstanlı Hoca'nın Abdülhamit nefretinden bahsederken, "Abdülhamit'in kanıyla abdest alsa, oğlunun cenaze namazını kılmaya razıdır" der. Bir bayram dönüşü Abdülhamit'le burun buruna gelince Akif'le Mithat Cemal, padişahı bir anda karşısında gören Akif'in sararak baygınlık geçirdiğini yazar. Onlardaki nefret, ziyadesiyle Neyzen Tevfik'te de var. Hicivleriyle padişaha hakaret derken hapis tehdidiyle karşı karşıya kalır, daha önce girip çıkmışlığı var ve 1903 yılının Ocak ayında Mısır'a gitmek üzere "Mesajeri vapurunun güvertesine postu serer." İçinde dört yıl geçirdiği koca İstanbul, kendi deyimiyle "o sabah sise bürünmüş, için için ağlıyor" ya da "haline kıs kıs gülüyordu da gözlerini perdeleyen iki damla yaş arasında onu ağlarken" görüyordu. Neyzen Mısır'da beş yıl gönüllü sürgünde kalıp Meşrutiyet'in ilanından bir ay sonra 21 Ağustos 1908 günü İstanbul'a döner dönmez soluğu Çaycı Hacı Mustafa'nın kahvesinde alır. Haberi alır almaz Akif oraya koşar. O anı Neyzen şöyle anlatır: "O nefis çaydan ben daha bir yudum almadan etrafım eş dostla sarılmıştı. İlk dakikalarda gördüğüm sevgi ve ilgi belirtisi, 'Kabe'den dönen Hacı Ömer saygınlığının çok üstündeydi. Yavaş yavaş, sürgünden gelen bir hürriyet kahramanı olduğumun farkına varıyordum. Yıldırım hızıyla etrafa yayılan onurlu gelişim haberini duyup koşanlardan biri de hocam Mehmed Akif'ti. Vay Neyzenim! diye çayhaneden içeriye rüzgar gibi girmiş ve özlemle boynuma sarılmıştı". Akif, dostu Neyzen'in bıraktığı Akif değildir artık. Sakal koy vermiş, iyice Allah'a sığınmıştı. Akif o gece Neyzen'i eve götürmek ister ama Neyzen'in kitabında başkasının evinde misafir kalmak yok. Akif o sırada İttihatçılarla çalışıyor, hemen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Şehzadebaşı Ocağı olarak kullanılan, kahvenin üstündeki odada mükellef bir sofra hazırlar arkadaşının memlekete dönüşü şerefine. Sofrada Neyzen'in sevdiği ve özlediği hemen hemen bütün dostları var. Sabaha kadar (gece yarısına doğru Akif izin ister kalkar) kalanlar yer içerler, Neyzen ney üfler, eğlenirler. O gece Akif, Neyzen'e artık durulması gerektiğini, içki içmemesini öğütler. Hatta içmemesi için yemin ettirir. Neyzen de bir daha meyhaneye "ayak basmayacağına" yemin eder. Ancak arkadaşı Mehmet Niyazi İzmir'den gelince onu ağırlaması gerekiyor ama yemini var, yemini ve arkadaşı arasında kalır. Arkadaşına karşı mahcup olmamak için de farklı bir yol bulur, Aksaray'dan bir at tedarik eder, meyhaneye atla gider. Bahçede bir masa hazırlatır, arkadaşı masaya oturur o at üzerinde, içer, muhabbet ederler, böylece yeminine sadık kalmış olur. Neyzen'in "tövbesi" kalıcı olmaz. Bulduğu her fırsatta içer. Neyzen'in yeminine sadık kalmaması Akif'i çok üzer. Yıllar sonra, bu kez Akif Mısır'dayken, büyük şair oturur, "Tevfik Neyzen'in üç bin döryüzüncü tövbesinden isti'fası münasebetiyle" bir not düşerek "Derviş Ahmed" şiirini yazar. Uzun şiirin bir bölümü şöyledir "Bir ömürdür içiyorsun, bırak artık şunu!" der; Derviş Ahmed bu hidâyetle hemen tövbe eder. Ama bir tövbe ki: Binlikleri çarpar duvara; Tas, çanak, testi, perîşan, serilir tahtalara." Akif, Neyzen'e karşı olağanüstü merhametlidir. Hep şefkatle yaklaşır dostuna, ama bazen de çok kızar. Bir gün Neyzen yine sarhoş varır yanına, elini öpmeye davranır Akif izin vermez. Neyzen yalvarır: "Üstad ben Neyzen Tevfik Tanımadınız mı.. Niçin elini vermiyorsun" Âkif, sert cevap verir: "Hayır, sen Neyzen Tevfik değilsin. Ben, Neyzen Tevfik'i gömeli çook oldu." Bunun üzerine Neyzen bir kenara çekilir, başını kolunun üzerine koyar, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Neyzen Tevfik der ki: "Aramızdan zaman zaman kara kediler geçmiş olmasına rağmen hâlâ onu anarken 'Hocam Mehmet Akif' demekten büyük bir haz ve şeref duyarım." Kendi anlatımına göre, 1914 yani umumi harbe kadar 1868 okka, yani 2 ton 400 kilo rakı içmiş, bunu o tarihlerdeki gazeteler yazmış, sonrasını hesaplamamış. Bir mandalina, bir portakalla 1 kilodan fazla rakı içer, aylarca değil yemek, ağzına bir lokma ekmek bile koymazdı. Rakıdan başka üç dört ton esrar içmiş, bir o kadar da afyon yutmuş. Sonrasına dair şunları söyler: "Bu üç azametli hükümdar, kafamın üstünde saltanat kurdular, senelerce kımıldamadılar. Bu üç büyük kuvvetin sayesinde her renge girdim, her boyaya boyandım. Sürttüm, sefil oldum, serserilerle gezdim, parasız kaldım. Sokaklarda, Yeni Cami'nin arkasındaki merdivenlerin üstünde köpeklerle koyun koyuna yattım. Taş, soğuk, yağmur bana hiçbir şey yapmadı, sapasağlam gezdim. Fakat bazen tımarhaneyi de boyladığım oldu, hem kaç kere. Velhasıl her ne türlü hayat şekli varsa hepsinin üstüne çadır kurup oturdum." Dostları