Halkının intikamını almak için yazmak!

Her sene Nobel Edebiyat Ödülü kazananın kitapları kadar, kazananın ödül töreninde yapacağı konuşma da bir o kadar merak edilir. Tarihi boyunca Nobel ödül konuşmaları içinde, kazananın kitapları kadar klasikleşmiş konuşmalar da vardır. Belki de Nobel konuşmaları içinde en kısa konuşmalardan birisi William Faulkner'ın konuşmasıdır ama bir o kadar da klasiktir. Kendi namıma çok sık aralıklarla açar okurum o konuşmayı; en az romanları kadar çetrefil bir konuşmadır o kısa konuşma ama mükemmeldir. Bu senin ödülünü alan Fransız kadın yazar Annie Ernaux'nun yapacağı konuşmayı da en az romanları kadar merak ediyordum. Ödülü aldığı günden kısa bir süre sonra kitaplarıyla tanıştım, sıraya koydum, Türkçeye çevrilmiş olan bütün kitaplarını okudum. İsveç Akademisi şahane bir seçim yapmıştı bu sene! Şimdi sıra ödül töreninde yapacağı konuşmaya gelmişti. En az okuduğum romanları kadar mükemmel bir konuşma bekliyordum kendi namıma ondan, beklentim boşa çıkmadı. Çıktı, o muhteşem konuşmayı yaptı. Belki okumamışsınız diye buraya alıyorum o konuşmayı Çağla Taşkın'ın mükemmel çevrisiyle; buyurun! "Nereden başlasam Bomboş bir sayfaya bakarak defalarca sordum bu soruyu kendime. Kitabı yazmaya girişmemi sağlayacak ve tüm şüpheleri tek bir hamlede alıp götürecek o cümleyi, o tek bir cümleyi bir nevi anahtarı bulmak zorundaydım sanki. Bugün o ilk şaşkınlık geçtikten sonra 'Bunu yaşayan ben miyim gerçekten' hayal gücümün insanın içinde gitgide büyüyen bir dehşet salar şekilde temsil ettiği bir durumla karşı karşıyayken yine aynı zorunluluk üstüme çöküyor: Bana özgürlük ve bu akşam beni davet ettiğiniz bu yerde titremeden konuşacak güç bahşedecek cümleyi bulmak. O cümleyi çok uzaklarda aramama gerek yok. Anında beliriveriyor. Bütün berraklığı ve kuvvetiyle. Keskin. Çürütülemez. Altmış sene önce günlüğüme yazmışım. 'Halkımın intikamını almak için yazacağım.' Rimbaud'nun yakarışından yankılanmış: Tüm ebediyet boyunca adi bir ırka mensup olacağım ben. Yirmi iki yaşındaydım, çoğunlukla yerel burjuvazinin oğulları ve kızlarıyla birlikte taşra üniversitesinde okuyordum. Bir topraksız emekçi, fabrika işçisi ve esnaf sülalesinin, hal ve hareketleri yüzünden, aksanları yüzünden, eğitimsizlikleri yüzünden nefret edilen bu insanların son temsilcisi olarak kitap yazmanın, yazar olmanın doğduğunuz toplumsal sınıfla ilişkili olan toplumsal adaletsizliğe çare olmaya yeteceğine inanıyordum, gururla ve safça. Bireysel zaferin asırların tahakkümünü ve yoksulluğunu silebileceğine, okulun, akademik başarımın etkisiyle bende hâlihazırda yeşerttiği bir illüzyona inanıyordum. Kişisel başarılarım insanların maruz kaldığı onca aşağılanma ve hakareti nasıl biraz olsun telafi edebilirdi ki Bu soruyu kendime hiç sormadım. Birkaç bahanem vardı. Okumayı söktüğüm andan itibaren kitaplar yoldaşım oldu, kitap okumak da okul dışındaki doğal meşgalem. Dükkânında iki müşteri arasında pek çok roman okuyan ve benim de kitap okumamı dikiş dikmeme ve örgü örmeme yeğleyen annem bu iştahımı iyice kabarttı. Kitapların yüksek maliyeti, gittiğim dinî okulda kitaplara şüpheyle bakılması onları benim için daha da arzulanır kılıyordu. Don Kişot, Güliver'in Gezileri, Jane Eyre, Grimm ve Andersen masalları, David Copperfield, Rüzgâr Gibi Geçti, daha sonra Sefiller, Gazap Üzümleri, Bulantı, Yabancı: Okuduklarımı okulun dayattıklarından ziyade tesadüfler belirliyordu. Edebiyat okumayı seçerek edebiyatın, benim için en kıymetli şeyin, hatta kendimi Flaubert'in veya Virginia Woolf'un romanlarına yansıtmama ve bunları edebi anlamda yaşamama vesile olan bir yaşam şekli olan şeyin içinde kalmayı seçtim. Edebiyat benim farkına varmadan toplumsal çevremin karşısında konumlandırdığım bir kıta gibiydi. Ve yazmayı tam olarak gerçekliği yeniden biçimlendirmek olarak görüyordum. Arzumu ve gururumu yatıştıran, ilk romanımın tek özelliği yeni bir biçem bulmaya çalışmak olan bir roman iki üç yayıncı tarafından reddedilmesi değildi. Bir kadın ile bir erkeğin varoluşu arasındaki farkın ağırlığının, rollerin toplumsal cinsiyet tarafından belirlendiği, doğum kontrolünün yasak, hamileliğin sonlandırılmasının ise suç olduğu bir toplumda derinden hissedildiği yaşam durumlarıydı. Evli ve iki çocukluydum, hocalık yapıyordum, evin tüm işlerinin sorumluluğu bendeydi; yazmaktan ve halkımın intikamını alma sözümden günbegün uzaklaşıyordum. Kafka'nın Dava'sındaki 'Kanun Önünde' meselini kendi kaderim gözümde canlanmadan okuyamıyordum: Yalnızca benim için yapılmış kapıdan hiç giremeden, yalnızca benim yazabileceğim kitabı yazamadan ölmek. Ama kişisel ve tarihsel koşulları dikkate almadan söylüyorum bunları. Tatil için eve gitmemden üç gün sonra vefat eden bir baba, benim gibi işçi sınıfı ailelerden gelen öğrencilere ders anlattığım bir iş, dünyanın her yerinde protesto akımları: Tüm bu faktörler beni öngörülemez ve köklerimin dünyasına yakın ara sokaklardan 'halkıma' geri götürdü ve yazma arzuma gizli ve mutlak aciliyet niteliği kazandırdı. Yirmili yaşlarımın o aldatıcı 'hiçbir şey hakkında yazma' meşgalesi yoktu artık; şimdi mesele, baskılanan hafızada bulunan ve hakkında konuşulamayanlara dalmak ve halkımın yaşamına etki edecek bir ışık tutmaktı. Hem içimde hem dışımda var olan, köklerimle arama mesafe koyan nedenleri anlamak için yazmaktı mesele. Yazarken hiçbir tercih tartışmasız değildir. Ama göçmen olarak artık anne babalarıyla aynı dili konuşmayanlar ve sınıf değiştirmiş kimseler olarak artık eski dillerine sahip olmayanlar başka kelimelerle düşünürler, kendilerini başka kelimelerle ifade ederler, fazladan zorluklarla karşılaşırlar. İkilem. Ustalık kazandıkları ve edebiyat eserlerinde, kökenlerinin dünyasında günlük hayatı, işi, kişinin toplumdaki yerini tanımlayan hislerden ve kelimelerden oluşan o ilk dünyada hayran kaldıkları, edinilmiş, baskın dilde yazmanın güçlüğünü, hatta imkânsızlığını muhakkak hissederler. Bir yanda örneğin Albert Camus'nün o çok güzel metni 'Evet ile Hayır Arasında'daki anne ile oğul arasındaki o samimi etkileşimin dili gibi şeyleri adlandırmayı öğrendikleri dil vardır tüm gaddarlığı ve sessizlikleriyle. Diğer yanda ise o ilk dünyanın genişlemesini sağlayan ve yükselmelerini borçlu olduklarını hissettikleri, zaman zaman gerçek memleketleri bile saydıkları hayranlık duyulan, içselleştirilmiş eser modelleri. Benim modellerim arasında Flaubert, Proust, Virginia Woolf vardı. Yazmaya tekrar başladığımda hiçbiri yardımıma koşmadı. İçimde boylu boyunca uzanan gediği bulup çıkarmak, göstermek ve anlamak için 'iyi yazmaktan' ve güzel cümlelerden tam da öğrencilerime yazmayı öğrettiğim türden cümlelerden kopmam gerekti. Öfke ve alay, hatta çiğlik aktaran bir dilin feryadı kendiliğinden geliverdi bana; küçük düşürülenlerin ve güceniklerin sıklıkla başkaları tarafından hakir görülmenin, utancın ve utanmanın utancının anısına verdikleri yegâne yanıt olarak kullandıkları bir aşırılık, baş kaldırma dili. Ve toplumsal benliğimdeki gediğin hikâyesini, öğrenciyken bana dair olan durumun, Fransız devletinin kadınları hâlâ mahkum ettiği durumun, gebeliklerin merdivenaltı kürtajcılarda gizli saklı sonlandırılmaya çalışmak zorunda kalınmasının üzerine temellendirmek, bana hızla izahtan vareste görünmeye başladı o kadar ki yazmaya başlamanın başka bir yolunu tahayyül dahi edemiyordum. Ve genç kız bedenimin başına gelen her şeyi tasvir etmek istiyordum; hazzın keşfini, adet görmeyi. Ve böylece, 1974 yılında yayımlanan ilk kitap benim yazımı konumlandıracağım dünyanın, hem toplumsal hem feminist dünyanın, ben o dönemde farkında olmasam da haritasını çıkarmış oldu. Halkımın intikamını almak ve cinsiyetimin intikamını almak o andan sonra tek ve aynı şeye dönüşecekti. İnsan, yazmak üzerine de kafa yormadan hayat üzerine nasıl kafa yorarYazmanın varlıkların ve şeylerin kabul edilegelmiş, içselleştirilmiş temsillerini pekiştirdiğini mi yoksa bunlarda gedik mi açtığını merak etmeden Şiddetli ve alaycı oluşuyla isyankâr yazı, boyunduruk altındakilerin tavrının bir yansıması değil miydi Okuyucu kültürel bakımdan ayrıcalıklı olduğunda kitaptaki karaktere gerçek hayatta yaklaşacağı gibi dayatmacı ve küçümsemeci bakış açısıyla yaklaşırdı. Dolayısıyla, esasen, babamın anlatacağım hikâyesine yöneltildiğinde katlanılmaz ve bana öyle geliyordu ki ihanet niteliğinde olacak bu bakıştan kaçınmak için dördüncü kitabımdan itibaren tarafsız, objektif, ne metafor ne duygu emaresi içerdiğinden 'yavan' bir yazma şekli benimsedim. Şiddet kasten gösterilen bir şey değildi artık; kaynağını yazıda değil, hakikatlerin kendisinde buluyordu. Hem gerçekliği hem de gerçekliğin temin ettiği hissi içeren kelimeleri bulmak konu ne olursa olsun benim yazma sürecimin süregelen kaygısı oldu, bugün de hâlâ öyle. 'Ben' demeye devam etmem gerekiyordu. Edebi kullanımda yazardan bahsederken birinci tekil şahıs çoğu dilde konuşmayı öğrendiğimiz andan başlayıp ölene dek varlığımızı sürdürmemizi sağlayan kullanım tercih edilmesi, kurmaca olarak sunulan 'Ben'e kıyasla narsistik kabul edilir. O zamana dek hatıratlarında savaştaki kahramanlıklarını anlatan asilzadelerin ayrıcalığı olan 'Ben'in 18. yüzyıl Fransa'sında bir demokratik fetih, bireylerin eşitliğinin ve kendi hikâyelerinin öznesi olma haklarının bir tasdiki olduğunu anımsamakta fayda var, tıpkı Jean-Jacques Rousseau'nun İtiraflar'ının girizgâhındaki gibi: Ve hiç kimse, halktan biri olduğum için okuyucunun dikkatine layık bir şey söyleyemeyeceğimi iddia etmesin. Nasıl bir muğlaklık içinde yaşamış olursam olayım, Krallardan daha fazla ve daha nitelikli düşünmüşsem, ruhumun hikâyesi, onların ruhunun hikâyesinden daha enteresan demektir. Beni motive eden bu bayağı kibir değil (gerçi, bununla birlikte), 'Ben'i hem maskülen hem feminen olan bu formu hisleri yakalayıp aktarabilen bir keşif aracı olarak kullanma arzusuydu: Hafızanın gömdüğü hisler, çevremizi saran dünyanın bize duyumsatmayı sürdürdüğü hisler, her yerde ve her zaman. Önkoşul olarak his, benim hem kılavuzum hem de araştırmalarımın özgünlüğünün teminatı oldu. Ama ne uğruna Hayat hikâyemi anlatmak veya kendimi hayatımın