Hakikat veya İdris Küçükömer'in dramı!

Hakikat bir arayıştır. Kimisi yolunda kaybolur, kimisi elinden kaçırır, kimisi ararken yorulur, en yakın menzilde pes eder, kimisi ulaşır, kimisi de uğrunda feda eder hayatını. Michel Foucault'ya göre, ölümün alternatifi hayat değil, hakikattir. Hakikate varmışsan ölümden sana ne! Peyami Safa'dan esinle söylersek eğer Kalbinizde hakikat arayışı varsa, yani onu seviyorsanız, o da sizi sever; sadıktır çünkü, onu arıyorsanız, o da sizi arar. Böyle bir ilişki kurduysanız eğer hakikatle, sizinle onun arasında Çin seddine benzer ne kadar sağlam duvarlar örülmüşse örülsün, o sizden ne kadar uzakta olursa olsun, aranıza dağlar, denizler, yakın uzak mesafeler ne kadar girmişse girsin o oradan, bir aralıktan, sızabildiği bir çatlaktan sızar ne yapar eder yüzünü size gösterir, hafifçe tebessüm eder, sonradan da sadece sizin duyabileceğiniz bir fısıltıyla "ben buradayım" diyerek varlığını size hissettirir. Güç iş, çetrefil meşguliyet, büyük sorumluluk, ağır yük yükler omuzlarına; aforoz, dışlanma, sürüden kopma, yalnızlık gibi "tehlikeler" barındırdığı için "hakikat arayışı", "hakikat yolcusunun" iflahını keser; bu yüzden çok az "hakikat yolcusuna" rastlanır bu memlekette. İşin ucunda "yok sayılma", "derisinin yüzülmesi", "infaz", "yalnızlaştırma" var nihayetinde. Zira bireysel düşünen, kendi kendine yeten "fikirleri olan insanların" değil; daha önce birileri tarafından paketlenmiş, paketi de süslenerek o insanlara teslim edilmiş "fikirlerin insanlarının" borusu ötüyor bu ülkede ta Tanzimat'tan beri. Güç iştir, cesaret ister misal "düzenin" otopsisine oturmak! Ece Ayhan'ın hayatında şiiri kadar önemli bir yer kaplamış, çoğu günlüğüne, denemesine sızmış, şiirinin temeli olan "sivillik" kavramını borçlu olduğu ve "bir uç düşünür" olarak nitelendirdiği İdris Küçükömer'in prostat kanserinden öldüğünü Can Yücel'in "İdris'in Şu İşi" şiirinden öğrendim: "İdris adam mıydı Yoo! İdris bir bilim adamıydı... İdris insan mıydı Yoo! İdris insan bir İnsandı... Hiçkaçmaz urulup Çanakkale'de bin martı olacaktı Şaha kalkmış siperinden şehit bir ihtiyat zabiti... Sezdiğinden belkim bunu, okudu iktisadıPohuna yanmasın için bidaa bir Ciresunlu Asker dedi, sivil dedi, eşindi durduEsatirdi ada vapurunda son okuduğu...Dayanamadı yalana, dayanmadı prostatıKaldırmadı bünyesi içinde yaşadığımız bu despot saati İdris'in şu işine bak! Marksist bir ekonom! Olur mu güzel kardeşim olur mu En keynesyen organındanSidikli bir salgı bezinden böyle Olur mu yakalanmak! Sen özlediğin sivil topluma gidiyorsun artık Herkesin ahretlik olduğu, herkesin çıplak Ve kıyamete dek kıyam etmeye aşık..." (Şairin hatırlattığı Türkçedeki "sivil" kelimesinin bazen de "çıplaklık" karşılığı olarak kullanılmasını hafifçe bir tebessüm eşliğinde yazının burasına nakşedip devam edelim İdris Küçükömer'in dramını anlatmaya.) Benim kuşağım onun derslerine yetişmedi ama mektepte ders aldığım birçok hocam onun talebesiydi. Ahmet Güner Sayar, Burhan Şenatalar ve başkaları Adını ilk defa Ahmet Güner Sayar'dan duymuş olmalıyım; zira Ahmet Hoca'nın çok sevdiği ve "İktisada Giriş" dersinde anlattığı "yanlışlanması mümkün olmayan, yani deneysel gözlem yollarıyla yanlışlanabilme yolları kapalı olan herhangi bir teori ya da fikir bilimsel değildir" diyen bilim felsefesinin en önemli düşünürü Karl Popper'in fikriyatının önemini ilk kavramış düşünürdür İdris Küçükömer. (İdris Hoca da "İktisada Giriş" dersini vermiş bir zamanlar. İlk derse şunu söylediğini anlatır talebeleri: "Şunu düşünün arkadaşlar. Şu anda sizin yaşınızda ve belki sizden daha zeki bir insan köyünde koyun gütmekle meşgul. Neden o değil de siz buradasınız") Ece Ayhan'ın üzerinde İdris Küçükömer'in etkisi muazzamdır. Kendine "sivil şair", yazdığı şiire "sivil şiir" diyorsa, bu çokça İdris Küçükömer'den mülhemdir. Ece Ayhan'ın hafızasında 1969 yılı mühim bir yıldır, zira o yıl İdris Küçükömer'in "Düzenin Yabancılaşması" kitabı yayınlanmış. Bu yüzden "Cumhuriyet düşüncesinin uç verdiği" yıl olarak nitelendirir o yılı. İdris Hoca'ya dair öyle şeyler yazar ki, aslında tarif ettiği biraz da kendisidir: "İdris Küçükömer, Demirkapı ile Büyükada arasında, kendi uc'unda çok şey pahasına 'zenci kalma' konumunu seçmiştir. Ve bu topraklarda özellikle (özel olarak dahi) barındırılmayan Haklılığın İnadı'na, hatta kuru inada inanır." İdris Küçükömer'in ölümü üzerine yazdığı yazıda da Ece Ayhan; onca fırtına koparmış, Türk solundan aforoz edilmesine yol açmış, "yargısız infazının" suç aleti olan kitabı "Düzenin Yabancılaşması" 1969 yılında çıktığında onu ilk alanlardan birisi "sivil" olmasıyla ünlenmiş Celal Bayar olduğunu söyler. Şaire göre ikisinin ortak noktası "Yeniçerileri sevmemeleri"dir. Ece Ayhan yazısını, Küçükömer'in "Yeni Gündem"de çıkan yazısından aldığı şu alıntıyla bitirir: "Yoksul evlerde milyonlarca çocuğun sinirli, hırçın, problemli yetiştiği bir ülkedeyiz. Ben geleceğe o evlerden de bakmaya çalışıyorum. Siz bakmıyor musunuz Ve Yakup Kadri üstadın 'Sodom ve Gomore'sini tekrar okumaya gidiyorum." Yakup Kadri'nin bu romanı, bir "yozlaşmanın" romanıdır. Biliyorsunuz, Sodom ve Gomore eski ahitte geçen günahkar şehirlerdir. Gazap yağmıştır üzerlerine. Yakup Kadri, işgal altındaki İstanbul'u bu şehirlere benzetir romanında. İşgal altındaki İstanbul'da her şey yozlaşmıştır. İşgalcilere yaranmaya çalışan Türkler vardır şehirde, hatta onları seven bir de cemiyet kurmuşlar. O dönemde memleket iki ayrı dünyada yaşıyor. Anadolu ahalisi kapkaranlıkta açlık ve sefaletle pençeleşirken, İstanbul'da ise işgalcilerle ele ele o partiden öbür resepsiyona koşan bir güruh vardır. Yakup Kadri der ki, "Anadolu'nun içinden yepyeni bir millet doğmuştur. Bu milletin, sarayının kafesleri arkasında titreyen aciz ve korku heyûlasıyla, bu milletin Bâbıâli denilen viranede uluyan yıllanmış baykuşlarla hiçbir ilgisi yoktur." "Bâbıâli denilen viranede uluyan yıllanmış baykuşlar", yani İstanbul aydını ile çok uzak bir diyarda kalmış Anadolu halkı arasına Cemil Meriç'in deyimiyle "çağlar girmiş"ti. Anadolu Tanzimat'tan itibaren hepten unutulmuştu çünkü. Karanlık bir dünyaya hapsedilmişti. (Şevket Süreyya "Suyu Arayan Adam"da, İstanbul'dan Kafkas cephesine asker olarak gidişinin hikayesini de anlatır. Ankara'dan Erzurum'a kadar geceleri izbe evlerde yanan tek tük ışıklarla karşılaşır, kapkaranlık bir coğrafya, uyuz eşekler, sineklerin üşüştüğü bir iki inek ve yüzlerinin derisi o hayvanların derisi gibi pörsümüş, zavallı ihtiyarlar ve annesiz babasız kalmış çocuk sürüleri) Bu iki ayrı dünyada (İstanbul-Anadolu), iki ayrı kesim yaşamaktadır. İstanbul'da yaşayan, devlet mekteplerinde okumuş aydınlar; uzun bir süre önce bizim için Batılı bir hayat tarzını uygun görmüştü, ama devlet tehlikedeydi, şimdi halkı düşünmenin zamanı değildi. Ne kadar hızlı Batılılaşırsak Batı o derece bizi bağrına basacak, devlet batmaktan kurtulacaktı. Daha çok Batılılaşarak "devleti kurtaracağını" sanıyordu. Darbelerdi, Almanlarla ittifaktı, gazeteci cinayetleriydi, memleketi harbe sokmaydı velhasıl bu işe soyunmuş İttihatçılar her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdı. Onların içinden çıkmış bir grup Anadolu'ya gitti, o yoksul halka moral verdi, derken büyük bir silkinişle "devlet kurtul"du. Ama devletin kurtulması tek başına yetmiyordu, Osmanlı aydınlarının yapamadığını yapmıştı Cumhuriyet aydını; "devleti kurtarmış" ama önünde şimdi büyük bir görev daha vardı; halkı kurtarmak! Cumhuriyet Halk Partisi de bu amaçla kuruldu. "Gitmesek de görmesek de" bizim olan bir köy vardı orada, uzakta. O köye mutlaka "aydınlanmanın ışığı" götürülmeliydi. Yakup Kadri giriyor devreye tekrar Bu kez "Yaban" romanıyla. Ona göre bütün suç aydınlarındı. Görevini layıkıyla yapmamış, hiçbir zaman kendini halkın yerine koymamış, kendini hep ondan üstün bir yerde görmüştü. Kahramanı Ahmet Celal, onun fikirlerinin sözcüsüdür. Ama ne yazık ki köylülerle arasındaki mesafe bir hayli uzaktır. Kendisini "bu toprağın malı olmayan ve hepsi de dışardan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini almışı" biri olarak tanımlayan romanın kahramanı Ahmet Celal'e şunları söyletir: "Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek,