Geyiklerin laneti!

Parmağıma batan dikenin canımı yaktığını fark ettiğim günden, kangren zamanlara ayak bastığım ana kadar; durmadan kulağıma güzel sözler fısıldayan, ismiyle müsemma Cebrail Dayımın çocukluğumun sönen bir sobanın etrafında geçirdiğimiz uzun, soğuk kış gecelerinde anlattığı o büyülü masallar hiç eksilmedi hayatımdan. Hâlâ şu anda bile gözlerimi kapatıp o anları düşündüğümde çölün ortasında uzaktan bakınca apak bir yumurta gibi gözüken o kırk odalı büyülü kasır gelir gözlerimim önüne. Dayımın bütün masalları gerçekmiş gibi gelirdi bana. Bu yüzden inadına o masallara inanan bir çocuk olarak kalmak istedim şu yaşıma kadar. Van'da; haber ajanslarının bulunduğum yere getirdikleri yürek paralayıcı savaş haberleri arasında, penceresinden Süphan Dağı görünen bir evde perdeleri ardına kadar açmış, içeri giren yalancı baharın havasını doyasıya soluyarak, kısa bir süre önce Ankara'da aldığım Alexandre Postel'in "Flaubert'in Bir Sonbaharı" (YKY) romanını okuyorum. 53 yaşındaki Gustave Flaubert 1875 yılında, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden bir nebze olsun uzaklaşmak amacıyla iki aylığına bilim adamı dostu Pouchet'nin yaşadığı Concarneau'nun yolun tutar. Parasızdır, hastadır, uyumsuzdur, hayalleri yıkılmıştır, yazma arzusunu kaybetmiştir. Beyni zonklamaktadır. Doğum sancılarına benzer bir sancı gelip saplanmış beynine. Çektiği bu sancılar, ünlü hikayesi "Konuksever Aziz Julien Efsanesi"nin doğum sancılarıdır. Bu hikayenin de yer aldığı Flaubert'in "Üç Hikaye" kitabından başka yazılarımda da bahsettim. Dünya edebiyatının en çok konuşulan, üzerine en çok yazı yazılan kitaplarından birisidir bu kitap. Önceki yazılarımda bu kitaptaki "Konuksever Aziz Julien Efsanesi"nden bahsetmem, hikayenin memleketim Hakkari'de bir stran (şarkı) olarak da söylenen "Mem Abbasi" efsanesiyle olan benzerliğiydi. Flaubert'in bir kilise vitrayından aynen aldığını söylediği efsanede oğul, anne babasını öldürüyor; bizim oralarda anlatılan efsanede ise anne oğlunu öldürüyordu. Ama sonuçta ikisi aynı kapıya çıkıyordu. Mehmed Uzun sayesinde varlığını öğrendiğim bu hikayenin çocukluğumda çok duyduğum efsaneye, düğünlerde stran şeklinde hâlâ söylenen hikayeyle ortaklığını keşfedince kendimi tutamamış değişik zamanlarda bu konuda iki yazı yazmıştım.İşe bu yazı üçüncü yazı oluyor. Bu sefer hikayede farklı bir ayrıntı dikkatimi çekti; öldürülen geyik ve o geyiğin kehaneti veya laneti Güzel bir hayvandır geyik. Zariftir, narindir, kırılgandır. Doğaya pek yakışır, hiç kimseye zarar vermeden yaşar. Derler ki geyik vurduktan sonra o emsalsiz masumiyeti, o "beni niye vurdun" diyen munis gözlerini görüp pişman olmayan avcı yoktur yeryüzünde. Nice şiirde onun yeri vardır. O halde Melih Cevdet Anday'ın "Geyik akarsuları özlediğindeHem su hem geyiktir akan" dizelerini Turgut Uyar'ın "Geyikli Gece"deki şu mısralarıyla hemhal ederek devam edelim yazıya: "Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı Sultan hançerleri gibi ay ışığında Bir yanında üst üste üst üste kayalar Öbür yanında ben Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım" Mösyö Flaubert'in ömrünün sonuna doğru yaratma sancılarından mustarip olduğu iki ayını anlatan romanın sayfalarını çeviriyorum bir yandan, bir yandan da pencereden görünen Süphan Dağı'ndan gözlerimi alamıyorum. Bu kış günü, beyaz gelinlik giymiş bir gelin kadar nazlı dağın bura ahalisinin dilindeki adı "Çiyayê Sipanê Xelatê"dir. Çocukluğumda, Bağdat'ta yayın yapan Kürtçe radyodan bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük dengbêjlerden birisi olan İsa Berwarî durmadan "Siyabend û Xecê" lawjesini (türkü, destan) söyler, biz de hüzünlü, kederli dinlerdik her gece. Görkemli bir bahar günü başlıyordu hikaye. Okuduğum romandaki Flaubert'in son iki ayı -ki "Aziz Julien" efsanesini yeniden yaratmaya çalışıyordu- sonbahara tekabül etmişti. Kitapta tekrar okuduğum hikayenin ana kaynağı, yani efsanenin özgün halinde bir geyik bahsi geçiyordu. Flaubert "geyik motifini" yazdığı hikayede korumuştu. "Siyaben û Xecê" destanında da geyik başroldeydi. Siyabend, içinde Xecê'ye duyduğu aşk kadar olmasa da ona yakın bir aşkla geyiklere de vurgundur. Bir anda ayağına gelmiş bir geyik görür Xecê'yi kaçırdığı Süphan Dağı'nın doruğa yakın bir yerinde. Her şeyi unutur, kovalamaya başlar geyiği. Gerer yayını, bırakır okunu, geyiği düşürür yere. Varır yaralı geyiğin başına, can çekişiyor masum geyik, gözleri "günahım neydi" der gibi bakıyor. Bıçağına davranır, tam geyiğin boynuna çalacakken, gafil avlanır, geyik bir boynuz darbesiyle Siyabend'i uçurumdan aşağı fırlatır.Karşı kayalıklarda yankılanarak gittikçe derinlere düşen sesine Xecê koşar, uçurumun başında Siyabend yok, yerde can çekişen yaralı bir geyik var...Seslenir, Siyabend'in sesi derinlerden bir yerden geliyordur. Xecê eğilir bakar uçurumdan aşağı, uğruna her şeyini bırakıp buralara kaçtığı sevgilisi, yarın bir yerinde bir meşe ağacının sivri dalına asılı kalmış, dal sırtından girmiş, karnından çıkmış, öyle sallanıyor havada.Karşılıklı söylenen güzel sözler kifayetsizdir artık. Geyik yapmış yapacağını. Ta aşağılarda Van Gölü'nün durgun suyu çağırıyor ikisini. Xecê bırakır kendini yüksek yarın büyülü boşluğuna. Gider, Siyabend'e çarpar, dal kırılır, ikisi bir yumak halinde gölün çivit mavisi sularında kaybolurlar. İsa Berwarî'nin radyodan duyduğum kilamı böyle biter. Mösyö Flaubert'in hikayesinin dayandığı "Aziz Julien Efsanesi" ise şöyle: Julien soylu bir derebeyinin oğludur. Annesi temiz kalpli bir kadındır. Anne baba üzerine titriyor. Bir şatoda büyür çocuk. Çocuk büyüdükçe içindeki acımasızlığı ufak ufak keşfetmeye başlar. Bir gün bir fare öldürür, başka bir gün bir güvercin boğazlar. İşin tuhafı bu eylemleri hoşuna gider, bu vahşi kötülükleri yaptıkça içinde karanlık bir şehvet uyanır. Eli silah tutunca ava merak salmaya başlar. Önüne çıkan her hayvanı öldürür. Oklarından, kılıcından ve bıçağından hiçbir hayvan kaçamaz olur. Günün birinde en büyük avını avlar. Kocaman bir geyiğe fırlattığı oku alnının tam ortasına saplanır geyiğin. Yaklaşır avına, can çekişmekte olan geyik hüzünle bakar yüzüne ve aniden dile gelir. Geyik ona; "Yakın bir zamanda anneni de babanı da öldüreceksin," der ve can verir. Julien iliklerine kadar korkuya gömülür. Telaşla şatoya döner. Etrafına bir grup maceracı toplar. Kısa sürede o çetenin reisi olur. Savaş çıkar, savaşta büyük yararlılık gösterir, ödül olsun diye Batı İmparatoru onu kızıyla evlendirir. Lanetten kaçmak ister. Eşini alır mermer bir şatoya yerleşir. Refah içindedir, mutludur ama içinde adlandırmadığı gizli bir isteksizlik, bir bitkinlik vardır. Bir türlü kendini tam mutlu hissetmez. Vahşi av partileri gelir aklına. Avlanma isteği ona işkence eder. Bir kış gecesi penceresinin önünden geçen hayvanların sesine duyunca dışarı çıkar. Kafileler halinde hayvanlar geçiyor ama o hiç birisini vurmaz. Hayvanlar gittikçe çoğalır, onu çembere alırlar. Tam bu sırada yaşlı anne ve babası sarayına misafir olurlar. Yatma vakti gelir, genç karısı önemli misafirlerine kendi geniş yatak odasını tahsis eder. Hayvanlar tarafından köşeye sıkıştırılmış olan Julien onlardan kurtularak öfkeyle gece geç bir saate eve döner. Soyunup dökünür yatağına giderken bir erkekle bir kadının yatağında yattığını fark eder. Öfkesi daha da büyür, karısının onu aldattığını sanır, kılıcını çeker ikisini de yatakta delik deşik eder. Sabahı bekler. Ortalık aydınlanınca öldürdüğü kişilerin annesi babası olduğunu anlar. Kendini kaybeder, suçun ağırlığıyla kaçar, dağ bayır demeden uzaklaşır. Yalnız, sefil, utanç içinde bir hayat sürmeye başlar. Balçık dolu bir ırmakta salcılık yapmaya başlar. Otlarla, bitki kökleriyle beslenir. Et yememeye ahdeder. Bir akşam kayığına paçavralar içinde bir cüzzamlı alır. Irmağı geçtikten sonra cüzzamlı ondan yardım ister. Julien ekmeğinden verir ona, cüzzamlı soğuktan titremektedir, ancak ona sarılırsa ısınabileceğini söyler, acaba onu yatağına alabilir mi Ona da evet der. Cüzzamlı ona sarılır, mide bulandırıcı çirkin yüzünü yüzüne yaklaştırır. Onu öper. Bir anda o cüzzamlı görüntünün altında, o son öpücükte, İsa'nın biçim değiştirmiş yüzü bütün güzelliğiyle ortaya çıkar. Julien yavaş yavaş göğe yükseldiğini hisseder. Batı edebiyatının mihenk taşı hikayelerinden birisi olan hikayesini Flaubert bir geyiğin "laneti" üzerine inşa etmiş. Doğu edebiyatında yazılmış "geyik lanetini" anlatan en önemli kitap ise, bir roman veya hikaye değil, bir piyestir. Murathan Mungan'ın "Geyikler Lanetler" piyesi "Şarkın şimal tarafı, her yerin şarkı, her yerin şimali" dediği bir efsunlu mekanda geçer hikaye. Geçtiği zamanı ise Mungan daha piyesin girişinde anlatıcıya şöyle anlattırır: "Kimi der: Bin yıl önce Kimi der: Geceleyin Kimi der: Düşümde Sözün kısası İşte size seyirlik bir hikaye! Öyle bir hikaye ki, Geyikleri ve Lanetleri anlatır; Kaldırın geyikleri, kaldırın lanetleri Geriye hayatımız kalır. Hayatımız dedikleri nedir ki zaten Tarih nedir, zaman nedir Bir tek zaman vardır Asya'da: Geniş Zaman Geçmiş de Gelecek de Şimdi de Geniş Zamandır." Bir aşiretten dört kuşak var oyunda. Dört kuşağın dördü de töreye, efsuna ve geyik lanetine yazgılıdır. Dört hikaye de birbirinin tekrarı gibi gelişir. Göçebelikten yerleşik hayata geçiş (yerleşik hayata geçtik mi ki) serüveni Doğa ile kendi eseri olana töreler arasında sıkışmış olan bizlerin hikayesi Büyük bir aşiretin reisi olan Hazer Bey, babasının rızası olmadan başka bir aşiretten Kureyşa ile evlenir. Göçer aşiretini de yerleşik hayata geçirir. Yeni yerleşik yurtları adeta bir geyik yurdudur, sürü sürü geyik dolaşır dağlarında. Töre gereği yeni yurdu yurt bellemek için oraya kan dökmek gerekir, bu kan da bir geyik kanı olur. O kan da şişelere doldurulur, bir yerde muhafazaya alınır. Başka bir yere göçerlerse eğer o kan toprağa gömülmeli. Aksi taktirde gidilen yerde aşiret lanetlenir. Ama zaten lanet çoktan yola çıkmış zira Hazer Bey'in öldürüp kanını şişelere doldurduğu geyik ölürken gebeydi, gebe geyik öldürmek lanetin en büyüdür. Hazer Bey babasının rızası olmadan