Erden Kıral'ın "Yol"culuğu

"Kimsesiz ormanda devrilen ağaç ses çıkarmaz" sözü sanki tam da böyle bir ölüm için söylenmiş bir sözdür. Yine Bülent Korman ağabeyim haber verdi, "Erden Kıral da gitti," diye. Hemen baktım sağa sola, birkaç yerde haber olmuştu ölümü o kadar. Haberi ben de birkaç dostuma verdim, onlar da ilk defa benden duyuyorlardı. Oysa çok önemli bir sinemacıydı. Bilmeyenler için söyleyeyim; popçu, şarkıcı, dizi oyuncusu falan değil, film yönetmeniydi. Hem de birkaç kallavi filmin 1978'de Yaşar Kemal'in "Teneke" romanında anlattıklarına benzer bir hikayeyi anlatan "Kanal"ı, bir yıl sonra Orhan Kemal'in aynı adlı romanından uyarladığı "Bereketli Topraklar Üzerinde"yi, 1982'de Ferit Edgü'nün "O" romanından "Hakkari'de Bir Mevsim"i, 1984'te Osman Şahin'in hikayesinden "Ayna"yı, 1987'de Ömer Polat'ın romanından "Dilan"ı, 1993'te Halikarnas Balkıçısı'nın otobiyografik kitabından "Mavi Sürgün"ü, 2001 yılında yine Orhan Kemal'in romanından "Baba Evi"ni ve daha bir yığın film çekti. Türk sinemasında edebiyatla sinemayı filmlerinde en çok buluşturan yönetmendi. Bu biraz onun da edebiyatla olan ilişkisinden geliyordu. Bütün yakın arkadaşları edebiyatçıydı. Orhan Duru, Demir Özlü, Ferit Edgü ve Erden Kıral Bunlara Onat Kutlar'ı da eklemeli. Orhan Duru, Demir Özlü'nün kardeşi Sezer Duru'yla evli, Erden Kıral da diğer kardeşi, Türk edebiyatının en özgün yazarlarından birisi olan Tezer Özlü'yle bir süre evli kalmış, ondan Deniz adında bir kızı olmuştu. Demir Özlü ile Ferit Edgü ise çok yakın iki dosttu, içlerinde gazeteciliğe bulaşmış Türk edebiyatının nevi şahsına münhasır hikayecisi Orhan Duru ise Türkçeye "bilim kurgu" kavramını kazandırmış, muhteşem hikayeler yazmış, hepsinden yaşça büyük ama en erken gideniydi. İçlerinden Allah uzun ömürler versin Ferit Edgü yaşıyor hâlâ Demir Özlü sürgünden döndükten sonra haftanın bir günü (Perşembe miydi) bir araya gelirlerdi bir akşam yemeğinde. İki kez Orhan Duru beni de götürmüştü. Erden Kıral'ı dışarıda bırakırsak, benim de İstanbul'a gelmeme çokça vesile olan Vedat Günyol, üçünün de ilk edebi ürünlerini dergisi "Yeni Ufuklar"da yayınlamıştı. Dostoyevski'nin, Gogol'un "Palto" hikayesi için söylediği meşhur bir söz vardır, "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" der büyük yazar. Zira bu hikaye Rus edebiyatının yapı taşlarından birisidir. Gogol'dan sonra gelen bütün Rus yazarları bu önemli yazardan çok etkilendikleri için Dostoyevski böyle bir söz söylemiş. Edebiyatla haşır neşir olan Erden Kıral da, "Hepimiz Yılmaz Güney'in Umut filmindeki Cabbar'ın faytonundan indik" demiş Dostoyevski'nin sözüne nazire yaparak. "Hepimiz" dediği Türk sinemasının dört önemli yönetmenidir: Kendisi, Zeki Ökten, Şerif Gören ve Ali Özgentürk... Dördünün de yolu Yılmaz Güney'le bir şekilde kesişmiş "Umut"a kadar Yeşilçam sinemasının ayakları havadadır. Lütfü Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz gibi önemli yönetmenlerin bazı işlerini dışında tutarsak "Umut"a kadar Yeşilçam pembe hayalleri, vurdulu kırdılı maceraları, melodramları, tarihle alakası olmayan tarihi hikayeleri satıyor ve müşterisi oldukça fazladır. "Umut"la birlikte Yılmaz Güney kendi efsanesini de yıkarak, memleket meselelerini, "sıradan insanların" derdini, tasasını anlatan hikayelere el atmaya başladı. Ama Yılmaz Güney'in büyük şansızlığı, sanatın siyasetten bağımsız düşünülemeyeceği bir dönemde yaşamış olmasıydı. Sinema yapmaktan çok memleketi kurtarmayı önüne hedef olarak koydu. Hatta sinema da bu işin aracıydı. İdeolojik kalıplar onu da esir aldı, paçalarına bulaşan siyaseti filmlerine en az bulaştırmaya çabaladığı halde bu esaret onu yedi bitirdi. Memleketi kurtarmaya ayırdığı zamanı sanatına ayırsaydı, yaptığı muazzam birkaç filmin listesini uzatabilir, belki de kanser erken sayılabilecek bir yaşta onu yenemeyecekti. Ama başaramadı. Büyük sinemacıydı, gözünü sinema için yaratmıştı yaradan Set işçisi, yönetmen yardımcısı, senaryo ekibinde çalışarak bir şekilde yolu Yılmaz Güney'le kesişmiş olan bu sinemacılara Yılmaz Güney; bir cinayetin faili olarak mahpushaneye düştükten sonra her birisine bir senaryosunu emanet etti. "Sürü"yü Zeki Ökten'e verdi, muazzam bir film çıktı ortaya. (İyi bir senaryodan kötü film yapana yönetmen demezler zaten!) "Bayram" adını verdiği senaryosunu da Erden Kıral'a verdi. Ama ne yazık ki ortaya çıkan işten memnun kalmadı. Filmin adını değiştirdi, "Yol" yaptı ve onu Şerif Gören'e verdi. Şerif Gören, Cannes'da "Altın Palmiye"yi Yılmaz Güney'e kazandıracak muazzam bir iş çıkardı ortaya. Erden Kıral'a çektirdiği "Bayram"a gelince; Kıral'ın yalvarmasına rağmen bitmemiş filmi yok etti Yılmaz Güney, bu eylem de onunla "ustasının" arasına "suyu zehir" bir bıçak soktu. Erden Kıral ölünceye kadar bu travmayla yaşadı, hatta derin bir yara olarak hep içini kemirdi. O günden itibaren el attığı her işi "ustasına" kendini "kanıtlamanın" bir sağlaması olarak baktı. Bu da daha iyi işler yapmasına engel oldu, zira bir sinemacı olarak "ustasından" hiç de geri kalmayan bir "gözü" vardı. Bu hikayeyi, 1982 yılının yaman kışında, sadece yolu oraya düşenlerin uğradığı, Zap nehrinin uğultusundan başka bir sesin duyulmadığı, patiska bezi gibi gökten düşen karın derin kanyonu kesif bir sessizliğe büründürdüğü bir yol üstü lokantasında dinlemiştim ondan. Yarası daha tazeydi. "Hakkari'de Bir Mevsim" filmini çekmek üzere memleketimdeydi. Filmin Anitos köyündeki son iş gününde çekilen düğün sahnesinde figüran olarak kullanmak üzere Hakkari Lisesi Halk Oyunları ekibini istemişti, ben de o ekibin hem oyuncusu, hem de eğitmeniydim. Çekim bitmiş bütün ekiple birlikte bir "yarım otobüsle" (minibüse biz "yarım otobüs" diyorduk) köye varınca "buraya nasıl geldiniz" diye soran Erkan Yücel'e, "yarım otobüsle" deyince o kara, kocaman