Çinliler birbirine benzemez!

Attila İlhan'ın bir kitabına da isim olan "Zenciler birbirine benzemez" lafının doğru olduğunu, geçen hafta içinde Van'da görev yapan bir mektep arkadaşımın çalıştığı iş yerinde ziyaretim sırasında bana anlattığı hikayeyi dinleyinceye kadar bilmiyordum. Ona da bir arkadaşı anlatmış. Bir grup bürokrat resmi bir gezi için Türkiye'den Çin'e gitmiş. Çinli heyet karşılamış onları, görüşmeler yapmışlar, akşam da bir lokantada yemek eşliğinde sohbet ederlerken heyetten bir Çinli, karşılarında oturan bizim heyettekilerin uzun uzun yüzlerini inceledikten sonra yanında oturan ve bize bu hikayeyi getiren adama demiş ki: "Hayret, uzun bir süreden beri size bakıyorum, hepiniz ne kadar çok birbirinize benziyorsunuz, oysa biz öyle değiliz, biz Çinliler hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz." İtiraf edeyim, o ana kadar bunun böyle olabileceği hiç aklıma gelmemişti, bir yaşıma daha girdim. O andan itibaren bu mesele üzerine uzun uzun düşünmeye başladım. Biraz daha düşünmenin beni "ırkçılığa" sürükleyebileceğinden korkarak, en iyisi bu konuda biraz bilgilenmek dedim ve birtakım makaleler okudum. Meğer Çinliler birbirine benzemiyor, biz onları öyle algılıyormuşuz. Meğer biz birbirimize benzemiyormuşuz, Çinliler bunun böyle olduğunu algılıyorlarmış. Sebepleri bir hayli uzun ama şunu söylemek mümkün: Bize benzeyenlerin içinde geliriz dünyaya. Küçük yaşlarımızdan itibaren misal hiçbir Çinliyle karşılaşmadığımız için de beyinlerimiz onların yüzündeki farklılıkları algılayacak şekilde gelişmiyor, aynı durum onlar için de geçerli; insan beyni için kendisine benzeyenler ve benzemeyenler vardır, gerisi ayrıntı Bu meseleyi fikir alanına taşıyıp, birbirine benzeyen ve birbirine hiç benzemeyen fikirler var mıdır sorusunun ardına düşmek ne kadar akıl kârıdır bilmiyorum ama insanları birbirinden ayıran "algıysa" eğer; aynı "algı" fikirleri neden birbirinden ayırmış olmasın Bu durumda zararlı bulduğumuz, yok edilmesi gereken bir şey olarak gördüğümüz, hayat hakkı tanımadığımız her fikir "algımızın" neticesinde "zararlıysa", belki de o fikir pek de sandığımız, düşündüğümüz kadar zararlı değildir. Biz sadece o fikrin öyle olduğunu algılıyoruz o kadar. Belki de boşuna düşmanlık besliyoruz birbirimize. Aklımda bu "deli fikirler", Ankara'da girdim bir kitapçıya. Hemen girişte, "yeni çıkan" kitaplar içinde ilk gözüme çarpan İhsan Oktay Anar'ın uzun bir süreden beri birçok sadık okuruyla birlikte benim de beklediğim yeni romanı "TİAMAT" çıktı karşıma. Sağını solunu kurcalamadım, arka kapak yazısını okumadım, bir sevdiğimden bir hediye almanın heyecanıyla aldım elime. Yanında Attila İlhan'ın "Kardeşime Mektuplar"ı duruyordu. Birkaç gün önce, Hasan Bülent Kahraman'ın bu kitapla ilgili uzun, çok uzun yazısını okumuştum K24 sitesinde; kitap hakkında bir hayli malumatım vardı, onu da koydum Anar'ın romanının yanına, ikisinin de parasını ödedim, çıktım kitapçıdan. (Hasan Bülent Kahraman'ın yazısını okurken aklıma geldi. Ben Güneş Gazetesi'de 1987 yılında gazeteciliğe başladığımda Attila İlhan Güneş'te yazıyordu. Uzun bir süre yazdı. Sonra gazete batmaya yüz tuttu, biz de ısrarla onu yaşatmaya çalışıyorduk, iyi yazar arıyorduk, bir gün Attila İlhan bana "Ankara'da Hasan Bülent Kahraman diye bir delikanlı var, mutlaka ona yazdırın" dedi, sanırım Hasan Bülent onun tavsiyesiyle gazetede yazmaya başladı, Hasan Bey bunu biliyor mu bilmiyorum, Kaptan'la tek anım budur.) Bir kahveye oturdum. Sade bir kahve söyledim. Önce İhsan Oktay Anar'ın romanının karıştırmaya başladım. Kitap çıkmadan önce Habertürk'te uzun bir süreden beri edebi meselelere pek dalmasa da ciddi, bilgili, işin ehli ender edebiyat eleştirmenlerinden birisi olan Kürşad Oğuz'un romana dair uzun yazısını okumuştum. Bir kere yazının başlığı şahaneydi; "İhsan Dayı'dan sonra Hulusi Amca'nın kitabı" Daha yazının girişinde şu satırlar: "İhsan Oktay Anar, AMAT'tan 17 yıl sonra, su üstündeki savaşı su altına taşıdı. 'Artık bir Türkçe edebiyat var, bir de İhsanca' diyeceğim ama ona, edebiyatına yapılacak her övgü kifayetsiz kalır artık. Yine de şunu söyleyeyim: İki kere okumanız gereken bir kitap TİAMAT. Birincisi anlamak, ikincisi tat almak için." Edebiyata dair her sözüne güvendiğim iyi bir eleştirmenin kitaba dair bu sözleri beni, kitabı bir an önce okumak için biraz daha kışkırttı. "Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı." Roman bu cümleyle açılıyor. Sanırım edebiyat tarihine geçecek "kallavi" bir giriş cümlesi daha yazıldı büyülü boşlukta asılı duran roman levhasına daha önce yazılmış bir yığın benzer muhteşem giriş cümlelerinin yanına. Ama ben Ankara'dan İstanbul'a uçarken, yolda Attila İlhan'ın mektuplarını okuyacağım. Koltuğa oturdum, açtım kitabı. Hasan Bülent Kahraman da yazısında Attila İlhan'ın Kaynak Yayınları arasında çıkan kardeşine yazdığı mektupların toplandığı kitabın özensizliğinden bahseder ama özensizliğn bu kadarına pes! Uçakta kitabı açıp okumaya başlayınca gördüm, aldığım nüshanın birçok sayfası boş, alırken bakmamışım, boş sayfaları olan kitabı kimse tezgaha çıkarmaz nasılsa diyerek, neyse ben de payıma düşenlerle yetineceğim. İstanbul'a vardığımda kitap bitmişti. Çok şey öğrendim; mesela Kaptan'ın "İstanbul Ağrısı" şiirinde; "ulan bunu sen de bilirsin İstanbul kaç kere yazdım kim bilir kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken 1949 Eylülünde birader mırç ve ben sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık" diyerek beraber "İstanbul'a taptıkları" "Birader Mırç'ın" yakın arkadaşı Cahit Güçbilmez olduğunu öğrendim mesela, bilmiyordum. Birader Mırç bahsi başka kitaplarında da geçer. Hasan Bülent Kahraman da yazısında ondan bahseder. Meğer hukuk fakültesinde okurken dost olduğu Mırç, yani Cahit Güçbilmez "milli emniyetin" adamıymış. Günün birinde bir sahafta Hasan Bülent Kahraman Attilla İlhan'ın "Zenciler Birbirine Benzemez" romanının ilk baskısını görür, kapağını açar, Kaptan'ın kitabı "Birader Mırç'a" imzaladığını görür, kitabı alır, onu şaire gösterir, gerisini şöyle anlatır: "Konuyu deşince ve ne zamandır görüşmediğini sorunca, hakkında MİT lafları çıktıktan sonra ilişkisini kestiğini belirterek, bir kez karı koca İzmir'e geldiklerini, onu aradıklarını, görüşmek istediklerini ama 'kaçındığını' belirtti ve 'kabul edilecek şey değil ama, yaşadığımız hayatın sertliği kimilerini delirtti, kimilerini bu olmadık işlere savurdu' dedi." Solcuların arasında "MİT ajanı" suçlaması en yaygın suçlamaydı. Hatta bir gelenekti. Mesela bir operasyon olur, biri sıyırırsa tesadüfen o operasyondan o mutlaka ajandır! Attila İlhan da bu "ajanlık" suçlamasından payını aldı. Attila İlhan Paris'te Nazım Hikmet'in hapishaneden kurtulması için en aktif çalışan şairlerden birisiydi. İkinci Paris seyahatine çıkmadan önce Kemal Tahir'le görüşür. Kemal Tahir ona "sen git Nazım da gelecek" demiş meğer. Ağustos 1951'de Paris'e gidişini mektup yazdığı kardeşi hariç ailesinden bile sır gibi saklar. Paris'te Nazım Hikmet'i bekler ama gelmez, o sırada anlar ki "şair esirdir." 1951 yılının Ekim ayında, yani Attila İlhan Paris'e gittikten bir iki ay sonra tarihe "51 komünist tevkifatı" olarak geçen tutuklamalar başlar. Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Ruhi Su, İlhan Başgöz, Orhan Suda, Halim Spatar, Behice Boran, Şükran Kurdakul, Nejat Özön, Vedat Türkali, Ahmet Arif, Arslan Kaynardağ, Kemal Bekir, Muzaffer Arabul, Selçuk Uraz, Sadun Aren gibi şahsiyetler tutuklanır. Hasan Bülent Kahraman yazısında Attila İlhan'la ilgili şu bilgiyi verir: "Attilâ İlhan'ın yurtdışına çıkışı bu hadiseyle de irtibatlandırılır ve buradan hareketle İlhan hakkında bir 'tezvirat' geliştirilir. Belli çevrelere göre yaygın tutuklamaların yapıldığı bir sırada ve sol cenahtan kimseye verilmezken İlhan'ın pasaportla dışarı çıkması şaşırtıcıdır. Babasının devlet yöneticisi olması bu iddiayı öne sürenlerin başlıca dayanağıdır. Onlar, sol çevrelerle irtibatlı, aktif İlhan'ın yasal olarak yurtdışına çıkışını, hakkında doğrudan yazılarıyla ilgili dava açılmamasını,