Kerameti garpta aramak üzerine

B. Bir zamanlar Akdeniz dünyanın merkezindeydi ve zenginlik, kültür, sanat, ilim; hulasa beşeriyete ait üretilen pek çok şey Doğu'dan Batı'ya akardı. Üç beş yıllık bir istisna halinden bahsetmiyoruz, aksine dünyanın, geçtiğimiz iki yüz elli yılı bir kenara bırakırsak mutadından bahsediyoruz. Roma'da da Doğu, Batı'dan fersah fersah ilerideydi. Bir Romalı için Batı'da bir göreve atanmak, lanetlenmek gibi bir şeydi. O burun kıvırdığımız, hiçbir şeye benzetemediğimiz Suriyeliler var ya, geldikleri topraklar dünyanın kalbi, medeniyetin çerağıydı. Süslü cümle kurmak için çerağ demiş değilim. Suriye'nin yağı olmasa Akitanya'daki şatoların lambası yanmazdı. Bakmayın günümüzde zeytin ürettiklerine. O zamanlar yoktu işte. 18. Asır'da dahi hadise uzun süre böyle devam etti. Maria Theresa'ya şalvar giydiren, Avrupa saraylarına safranı, gülsuyunu sokan bir şark merakı o yüzyılda dahi vardır. 68 Kuşağı'nın ve hippilerin Asya merakı, 20. Asır'da dahi zaman zaman şarkta keramet arandığı demler doğurdu... Her neyse, derdimiz, minör tonlarla hassaslaştırılmış bir "Doğu, Batı'yı döver" türküsü söylemek değil. Filmin ikinci bölümünü biliyorsunuz. 18. Asır, kum saatinin tersine çevrildiği, akışın istikametinin değiştiği bir yüzyıldır. Ondan sonra gelen eslafımızın, nûru garpta aramasında bir gariplik görmem ben. Doğaldır. Rüzgar öyle esiyor. Cereyana karşı nargile mi tüttürseydi adamcağızlar Ne Namık Kemal'in