"Hey çocuklar bunlar da ne Bu çukurları kim kazmış.."

"Babamla birlikte İd'in kurtuluşuna gitmiştik. Güreş vardı. Bardız'lı Nizam pehlivan, Cücürüs'lü Abbas pehlivan gelmişti." Dağların tepelerinde hâlâ kar vardı. Aşağılara indikçe alaca karlılık yerini zümrüt yeşili çayırlara bırakıyordu. Eriyen kar suları küçük menderesler çizerek derelere, onlar da daha aşağılarda birleşerek çaya dönüşüyordu. Durmadan esen bahar rüzgârının savurduğu sarı mayıs çiçekleri, kekireler, lâle, yaban haşhaşları, gelincikler ve uzayıp giden ekin tarlaları, derin bir fısıltı içinde bir sağa bir sola dalgalanıyordu. Ürkek gözlerle hocama bakıp hemen bir kayanın üzerine çöktüm. Taşın kalın pürüzlü gövdesine arkamı dayadım. Beni gören çocuklar da çömeldiler. Yanımdakine: - Hey, Aziz! - Ne var - Şu karşı sisler altında görülen İd mi Aziz, sıra arkadaşımdı. Elini güneşe siper edip gözlerini kısarak "neresi" derken amcasının oğlu Yahya, ağır ve kendinden emin bir tavırla cevapladı: - Ragıp, bana sor. Mehmet dadaşımla herk etmeye çok gelmişimdir. Buradan böyle hep dumanlı görünür, orası İd İd - Niçin sisli Çok mu uzak - Tabii uzak! - Nereden biliyorsun - 18 Mart'ta babamla birlikte İd'in kurtuluşuna gitmiştik. Güreş vardı. Bardız'lı Nizam pehlivan, Cücürüs'lü Abbas pehlivan gelmişti. Onlar için gitmiştik. Atın terkisinde olsam da çok yorulmuştum, popom yara olmuştu Yahya'nın öyle demesine elimizde olmadan gülüştük. O da kızdı haklı olarak: - Ne var, ne dedik ki ele gülirsiz Baktım lüzumsuz yere kırgınlık olacak sözü başka tarafa çekmeye çalıştım. O zamana kadar farkında olmadığım çukurları işaret ederek: - Hey çocuklar bunlar da ne Bu çukurları da kim kazmış, bizim köylüler mi - Hayır! - Ya ne - !!! Başını salladı Yahya. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça: - Burası mevzidir. Osmanlı dedelerimizle Urusların harp ettiği yerdir, dedi. Elimde olmadan toparlandım, daha başka bir şey sormadım. Zaten mevzu da münakaşa