"Ben elimden geleni yaptım; şimdi derse yetişmem lâzım"

Oldukça dik durmaya çalışıyordu. Ezik, boynu bükük görünmekten hazzetmiyordu Ali... Dükkânın bütün duvarları, sayılamayacak kadar çok, küçük ev eşyaları ve tablolarla doluydu. Yan tarafta arkadaşıyla fısıldayarak konuşan Ruhi Amca'nın: "Bu meseleyi bir inceleyip tetkik edelim" cümlesinden başka bir şey duymadı Ali. Bir süre el kol hareketiyle konuşmaları dinleyen Ömer, mahcup bir eda ile vedalaştı, dışarı çıktı. Ali de yeniden gazeteye sardığı emaneti aldığı gibi onu takip etti. Birkaç dükkân geçerek başka bir yere girdiler. Ömer hep kendi kendine söylenip duruyordu: "Olacak şey mi hiç Tövbe tövbe!" Peş peşe henüz yeni açılan birkaç kapıdan daha girip çıktılar. Önde Ömer, arkada elindekiyle Ali, epey yürüdüler. Uzaktan gelen zil sesiyle irkilen Ömer, arkadaşına döndü: - Ben elimden geleni yaptım Ali kardeş; şimdi derse yetişmem lâzım, imtihanım var! Çok mühim! Yoksa seni yalnız bırakmazdım, biliyorsun. İnşallah, ilk teneffüste yine geleceğim, bu işi bitireceğiz. Seni evine boş göndermeyeceğim! Hem okulda arkadaşlarla da konuştuk bir şeyler yapacağız üzülme! - !!! Ali, oldukça dik durmaya çalışıyordu. Ezik, boynu bükük görünmekten hazzetmiyordu, "olur" mânâsında başını sallamakla yetindi. Gözlerinde biriken yaşları göstermemek için bir şeyler arıyormuş gibi aksi istikamete bakarken: "Seni de yordum, kusura bakma be Ömer!" diyebildi. Dost bağının bülbülüyüm, Mor çiçekli sümbülüyüm, Mevlâ'nın âdi kuluyum, Kimse değer vermez bana. Ömer, mektebine doğru hızlı adımlarla yürürken o fazla işlek olmayan yolun kenarında kalakaldı. Aklından neler geçmiyordu ki: "Babam olsaydı, şimdi ben de talebeydim, Ömer gibi okuyor olacaktım. Annem ve kardeşim ağlamayacaklardı. Sanki ben ağlamıyor muşum da" derken sağanak misali yaşları akıverdi, dolu kovanın birden boşalması gibi... Etrafından gelip geçenleri