"Ana duâsı almışsın sen kardaş!"

Sayılı günler ne de çabuk geçiyordu. İşte sanki o iki seneyi yaşamamıştı. Hafız Lütfü, Evvelâ, şeffaf bir sis gibi başlayan asırlık taş binaların gölgeleri altındaki bavullarını paytona yükleyip Kongre Caddesine doğru sürdürdü. "Erzurum'un kokusu da bir başka" deyip etrafa gülücükler dağıtıyordu. Çiçek Narman Palas oteline gitti. "Belki Narmanlı hemşehrilerimden tanıdık birilerini görürüm" ümidindeydi. En azından o gece istirahat edip sabahki arabaları kaçırmama telaşındaydı. Çiçek Palas'ın kapısını açmaya çalışırken birkaç kişinin yüksek sesle "İd'e gittiklerini, kamyonda da yer olduğunu" konuştuklarını duydu. Hemen söze girdi: - Beyler İd'e mi seferiniz - He kardaş! - Beni de alabilir misiniz - Nerelisin ki - Ahalı. - Neden olmasın, zaten köyün içinden geçiyoruz. Atla hemen! Şu karşıdaki kırmızı olan kamyon. - Hay Allah razı olsun. "İyi olacak hastanın ayağına tabip gelirmiş" derler. Tam da öyle bir şey oldu. - Ver bavulları, yukarıya koyalım, sen şoför mahalline gel. - Allah razı olsun! Ne fazla ne eksik! Nasıl da denk geldi. - Ananın duâsını almışsın kardaş! - İyi bir duâ almışım ama anamdan mı, başka bir yerden mi onu tam bilemem... - Hoca mısın - Hocalık nere ben nere - Öyle mütevazılık da yapma! Duruşundan okumuşluk kokusu geliyor. - Maşallah ne burun varmış sizde de - !!! Bu ifade gülüşmeye sebep oldu. Erzurum'dan başlayan muhabbet köye kadar devam etti. Güle söyleye yol aldılar. Hafız Lütfü'nün; trenin rötarlı olup sanki onu beklemesi, hesapta olmayan bu kamyonun karşısına