"Al evlâdım içimden geldi, bu senin hakkın gönüllü veriyorum..."

Hasan dede, bütün kuvvetini toplayıp cüzdanını açtı, içinden bir iki yüzlük çekti, Ali'ye uzattı. Koşuşturmadan mı ne, artık eli, ayağı üşümeyen Ali, vazifesini yapmış bir komutan edasıyla rahatlasa da; aklı fikri evindeydi. Pamuk bir yorgana sarılı ısınmaya çalışan annesini ve biricik kız kardeşini düşünüyordu. Bu kadar hadise yaşadı ama onlar aklından hiç çıkmadı. Hasan dede, bütün kuvvetini toplayıp cüzdanını açtı, içinden bir iki yüzlük çekti, Ali'ye uzattı. - Al bunu. - Hayır, olmaz efendim! - Al dedim! Benim hediyem. O kadar yoruldun! - Alamam! Annem kızar ve çok üzülür! - Al evlâdım! Bu senin hakkın. Sonra sen istemedin ki, ben istedim, içimden geldi, gönüllü veriyorum. - Biliyorum efendim, alamam, anneme söz vermiştim, kimseden bir şeyler almamaya. Alırsam sözümde durmamış olurum. Babam da olsaydı o da kabul etmezdi. Bu cümle Hasan dedeyi pek düşündürmüştü. Ali'yi daha derinlemesine tanıma isteği iyice kuvvetlendi. Kim olduğunu, babasını, anasını, ailesini, memleketlerini, ne iş yaptıklarını, nerede oturduklarını etraflıca öğrendi. Daha bir hüzünlenmişti. Kendi ağrılarını, sızılarını unutmuş; bir küçük yavrunun harikulâde ruh hâline, kalbinin temizliğine hayran kalmıştı. Sanki bu olup bitenler; yaşı küçük yüreği büyük Ali'yi tanımak için tezgâhlanmıştı!.. Yanında taşıdığı "annemin emaneti" dediği şeyi pek merak etmişti, ne olduğunu sordu: - Evlât, o elinden hiç bırakmadığın şey de ne - Saat. - Ne saati - Guguklu saat. - Nasıl yani Mahzuru yoksa aç bir göreyim. - Peki efendim! Ne hancı kalır, ne han, hepsi silinip gider, İyi kötü her insan, tabuta binip gider. Paketini, yandaki portatif masanın üzerine koydu. İncitmeden, itinayla açtı. Eski, kırık dökük, işe yaramayan bir guguklu duvar saatiydi. Hasan dede, tecrübesine dayanarak ihtiyaç içinde olduğu açıkça belli olan, istemeye utanan bu asil aileye; onları kırmadan, incitmeden