Kükremiş sel gibi

Saat farkından dolayı depremi ilk haber alanlardan biriydim, ben de herkesin yapacağı gibi hemen televizyonu açtım. Depremin ilk dakikaları olmasına rağmen ekranda gözlerim hemen Mehmet Akif Ersoy'u aradı. Merak içindeki televizyon izleyicisi böyle sabırsız ve bencildir; kendisine anında yanıt verilsin ister, bu yanıt da güvendiği ve aşina olduğu birkaç kişiden gelmezse tatmin olmaz. Oysa hiçbir gazeteci tesadüfen olay yerinde değilse anında ışınlanacak kapasiteye sahip değil. Sonuçta İstanbul'un o günkü hava şartlarına, ulaşmanın imkansızlığına rağmen olay yerine ilk gidenlerden biri oldu Habertürk ekibi, vardığı andan itibaren de Ersoy mükemmel bir gazetecilik sergiledi. 24 saat habere alıştırılan izleyici yetinmesini bilmez. Nitekim bir de olay yerinde Uğur Dündar'ı görmek istedim. Bu işin en büyük ustası orada olmanın yolunu bulurdu, bulmalıydı. Oysa tam o günlerde kız kardeşini kaybetmiş, kendi hayatında kim bilir nasıl bir duygusal çöküşün ortasındaydı. Gazetecilik böyledir ama. Ölüm, aşk, çocukların okulu tanımaz. Çünkü haber hiç durmaz. Nitekim Dündar da hayatını geride bırakarak birkaç gün içinde deprem bölgesine geldi. KALICI HASAR Gazetecilik, bu işi layıkıyla yapanlarda, kalıcı hasarlar oluşturur. En basitinden pek çoğumuz yeni tanıştığımız biriyle ayaküstü sohbet yapmaktan aciz halde buluyoruz kendimizi: ya sürekli bilgi aktarmak ya da durmadan soru sormak sorunda kalıyoruz ve karşımızdakini bir haber öznesi gibi görüyoruz. Savaş muhabirlerinde tıpkı cephedeki askerde olduğu gibi gündelik hayata uyum sorunu gözlenir. Sahadaki dayanışmayı, adrenalini özlüyorlar ve bir bağımlı gibi bir başka savaş çıksın diye bekliyorlar. Sıradan insanların anlamakta zorlanacağı bu robotlaşma hali kriz anlarında gazetecinin olayla kendisi arasına mesafe koyması, olan biteni objektif bir biçimde aktarabilmesi için zorunlu bir yandan da. Panik anında birilerinin aklı selim karar vermesinin ve kesintisiz bilgi akışının hayati önemi var. Olağanüstü şartlarda gazetecinin sorumluluğu da ağırlaşıyor. Sahada görev yapa yapa gazeteciler serinkanlılığını korumayı öğreniyor, derileri kalınlaşıyor, onları her türlü duygusallıktan arındıracak görünmez bir zırh ediniyorlar. Bu durum kaçınılmaz. İsteniz de istemeniz de oluyor, en romantik kişi olsanız dahi. Gazeteci zor durumdaki insana yardım mı etmeli yoksa fotoğrafını mı çekmeli Bu ikilem gazetecinin önce mesleğinin mi geldiği yoksa insan mı olduğu sorusuyla eşdeğer. Yardım etmek profesyonellerin görevi, gazetecilerin işiyse olanları duyurmak. Her etik ikilem gibi bu da sonuca bağlanmayacak şekilde tartışılabilir, her iki taraf da haklı çıkar. Marshall McLuhan'ın izinden giden Neil Postman gibi iletişim bilimcilerine göre asıl işlevi eğlendirmek olan televizyonda haber yapmanın koşullarından biri haberi de bu hale sokmak: Mesaj verildiği araca (medium) dönüşmek zorunda. Sadece hava durumu vermek için kurulan televizyon kanalları bile yaklaşan fırtınaları birer felaket filmiymiş gibi adeta görsel efektlerle süsleyerek önümüze getiriyor. Haber programlarında başkalarının acısı ve sefaletinin altına dramatik müzik döşenmesi, sunucularının yüz ifadeleri ve beden dillerinin değişmesi, hatta giydikleri kıyafetin veya saç modellerinin bile habere göre şekillenmesi reflekse dönüşmüş durumda. İzleyici de kanıksadı, haberci de bu adımları hiç planlamadan, düşünmeden atıyor artık. CNN sunucusu Anderson Cooper'ın Katrina kasırgası sırasında gözyaşlarını gizleyememesi gösteri toplumuna hizmet, şovun bir parçası mı yoksa gerçekten samimi miydi GAZETECİLERİN GÖZYAŞLARI Bütün bunları bir doktora öğrencisi soğukluğuyla değerlendiriyorum, çünkü bu meslek bize duygularımızdan arınmamızı mecbur kılıyor. Tıpkı psikologlar gibi başkalarının acılarıyla yüzleşen pek çok meslek grubunda olduğu gibi gazetecilerde de yaygın görülen deformasyonlardan biri