Bülent Eczacıbaşı'nın bir derdi var. Serdar Turgut'un da.

Geçen hafta bu gazetede Güntay Şimşek büyümesiyle insan kaynakları kalitesi ters oranda ilerleyen Türk Hava Yolları üzerine arka arkaya yazdı. Şimşek'in aktardığı bazı yolcu şikayetlerine ben de kendimi ekleyebilirim. Özellikle de "Çağrı merkezi aradığınızda çözüm üretmektense daha fazla sorun çıkartıyor," tespiti. Geçenlerde THY sitesinden aldığım bileti değiştirmek istediğimde telefondaki yetkilibu işlem sadece şube ve telefondan yapılıyorbana bilet satış merkezine gitmemi önerdi, çünkü bileti Şanlıurfa'da bir acenteden aldığımı iddia ediyordu. Türkiye'de değişim umudu arzusu içinde olanların büyük beklentisi özellikle devlet kurumlarındaki atamalarda liyakatin yeniden devreye sokulması. İnsanın Türkiye'yle bağı olup da yolunun devletle kesişmemesi imkansız, bu yüzden kadroların özellikle son 10 yılda işinin ehli olmayan kişilerce doldurulması yüzünden işleyişinin aksadığına tanık olmuştur. Türkiye'de nepotizm AK Parti'yle başlamadı, ancak özellikle son 10-12 yılda norm oldu. Bundan sonra da bitmeyecek. Akraba kayırmacılığı bitse hemşehri kollayıcılığı sürecek. Dahası, hem Türkiye'nin hem de dünyanın içinden geçtiği şartlardan dolayı yüzde yüz liyakate inanan bir iktidar olsa da bunu hayata geçirmem pek mümkün olmayacak. Zira elimizdeki insan malzemesi giderek daha kötüleşiyor. İNSAN KALİTESİ DÜŞÜYOR Bu karamsarlığımı Bülent Eczacıbaşı'nın "Aklımızda Bulunsun: İş İnsanları için Denemeler" kitabı daha da artırdı. Dünyadaki belli kurumlar gibi Türkiye'nin büyük şirketlerinin özellikle insan kaynakları konusunda yıllar içinde oluşturulmuş değişmez işe alım kriterleri vardır. Belli okullarda okumak, belli bir not ortalamasıyla mezun olmak, ama diploma ve not ortalamasının ötesinde de bir parıltı göstermek gibi şartlarla kapıdan girer ve kendinizi kuruma teslim edersiniz. Bu durum McKinsey'de de Bloomberg'de de, Koç'ta da ve tabii ki Eczacıbaşı'nda da böyledir. İstikrarlı bir şekilde başarılı olan bu kurumların sırrı insana yatırım yapmak, daha da önemlisi kime yatırım yapılacağını da iyi seçebilmeleridir. Bu yüzden bugün iş dünyasında bir "Koç kültürü"nden bahsedilir. Bülent Eczacıbaşı'nın kitabından anladığım iş hayatına atılan her yeni neslin bir öncekine kıyasla biraz daha fazla eksikle geldiği. Eczacıbaşı çok kibar bir insan olduğu için ben satır aralarından anladığım şikayetine tercüme olayım: İnsan kalitesi giderek düşüyor. Geçtiğimiz aylarda Cüneyd Zapsu da yeni kuşağın sadece "influencer" olmak istediğini, nitelikli eleman bulmakta zorlandıklarını söylemişti. Benzer bir durum medya için de geçerli. Birbiri ardına açılan üniversiteler nitelikli mezun yetiştirmediği gibi arka arkaya kurulan haber kanalları, haber siteleri de sektöre gazeteci yürütemiyor. Ben herhalde medyanın aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak da işlev gördüğü dönemin son ürünü sayılabilirim. Zira önce Mehmet Ali Birand'ın sonra Tuğrul Eryılmaz'ın kapısını çaldığımda aklımda sadece öğrenmek vardı, para ya da şöhret çok sonra aklıma geldi. Gazetecilik yapmak istiyordum, ama nerede gazetecilik yapmak istediğimi de biliyordum. "32.Gün"de gazeteciliğe başlamak Koç Grubu'na girmek gidiydi o yıllarda. ENTELEKTÜELİN SORUMLULUĞU İnsanın medyada belli bir konuma geldiğinde de kendini geliştirmesinin bitmediğini o temel eğitim yıllarında, bu ekollerden öğrendim. Bu duruma en güncel örnek Serdar Turgut'un bir süre önce yayımlanan "Kütüphanemdeki Sesler" kitabı olabilir. Turgut sadece Türkiye'nin en ünlü köşe yazarlarından biri değil, aynı zamanda hem eğitim ve hem de birikim olarak bu ülkedeki en donanımlı isimlerden biri. Bu mesleğin en üst kademesinden çalıştıktan sonra onun yaşına ve konumuna gelmiş bir insanın "emeritus" makamına çekilip sakal uzatması, belki 20-30 sene önceki yazılarını yayımlaması beklenir. Ancak o kendi entelektüel merakı ve takıntılarının sonucu, dinlediği bir caz şarkısından yola çıkarak kitaplara dalıyor. O kitaplar onu caza, post-modernizme, çağdaş sanata, California'da çöle, fotoğrafları okumaya, cafe toplumuna, belle epoque'un uzun vadeli etkilerine, hatta Paris'in kanalizasyonlarına götürüyor. Başta birbirinden bağımsız gibi duran küçük parçalar toplandığında da resim netleşiyor. Kitaplar hakkında bir kitap denebilecek bu çalışmanın amacı entelektüel bir görev, aydının topluma karşı sorumluluğunun, sürekli geri vermesi gerektiğinin bilincinde olmasının ürünü. Yazarların sürekli üretmeleri, okurun hep birkaç adım önünde olmaları, yol göstermeleri tercih değil zorunluluktur. Yazarın topluma yazmaktan başka sunabileceği bir katkı da yoktur. İş adamları topluma borçlarını