6 Ocak'ta oradaydım

Geçen sene Donald Trump'ın seçimin iptalini isteyen kalabalığı Kongre'ye yürümeye davet etmesi sırasında ben de oradaydım. Trump'ın öğlen saatlerine doğru çıkıp konuşma yapacağı, sonunda da Kongre'nin önünde gösteri düzenleneceği belliydi. Sabah saatlerinden itibaren Beyaz Saray'ın arka bahçesine bakan bölümdeki hava komplo teorisyenleri panayırı gibiydi. Birtakım pop şarkıları eşliğinde davaya gönül vermiş yaşlılar, aşı karşıtları, kürtaj savaşçıları, silah yanlılarıyla Amerikan sağını tamamen ele geçiren fanatik kesim toplanmıştı. Ama ortada darbe ya da ayaklanma havası yoktu. Sonradan ne olduysa oldu, kalabalık Kongre'ye akın edince içeriye girebildiklerini fark ettiler ve girdiler. Sanırım hepimizin kafasındaki soru da nasıl ellerini kollarını sallayarak içeri girebildikleri, nasıl olur da hiç kimsenin müdahale etmemesi. Elbette kalabalık siyah ağırlıklı olsaydı orası bir kan gölüne dönerdi. Türlü teoriler de ortaya atıldı: İzin verildi çünkü Trump'ı iyice zor durumda bırakmak istediler; polis de işin içindeydi; derin devlet devreye girdi ve bu insanları kullandı. Ama bu fanatiklerin Kongre'ye öylesine girebilmelerinin aslında çok daha basit bir nedeni de vardı, toz bulutu ve gürültü arasında kayboldu. Kongre sonuçta milletin meclisi, içeriye girmek isteyen de millet. Kim kimi nasıl içeriye almaz DEVLET KUTSAL DEĞİL Bu soru çok absürt, çok saçma gözükebilir dışarıdan. Ama Amerikan demokrasisinin nasıl işlediğini, demokrasinin bu ülkede bireysel özgürlükler ve haklarla doğrudan ilintili olduğunu anlamak için önemli. Öyle ya da böyle, gerçekten de geniş bir demokrasi anlayışı var bu ülkenin. Anayasa'nın bir numaralı ek maddesi ifade ve protesto özgürlüğünü garanti altına alıyor. Bireyi ön planda tutan Amerikan sistemi de her kuşağa tek başlarına var olabilmelerini öğretiyor. Bu ülkede hiçbir şey bireyden daha öncelikli değil. Devlete kutsallık atfedilen bizimki gibi ülkelerde bireyin devletten daha öncelikli olduğunu da kabul etmek mümkün değil. Ailede baba, okulda öğretmen, gündelik hayatta da devlet korkusuyla yetiştirilmiş bir toplumuz biz. Sürü psikolojisine göre şartlandırılıyor, başkası ne der korkusuyla büyütülüyoruz. Küçük yaştan itibaren otorite figürlerine baş kaldırmamaya programlanıyoruz. Babaların tacizleri bu yüzden halı altına süpürülüyor. Öğrencisine cetvelle dayak atan öğretmenler hiçbir bedel ödemiyor, üstelik 24 Kasım'da özel günlerini kutlamak zorunda bırakılıyoruz. Devlet zaten en kutsal makam; devleti yönetenler her fırsatta bunu bize hatırlatıyor ve bireyden koşulsuz şartsız biat bekleniyor. Devletin kararları saçma da olsa, mantığı da zorlasa sorgulama hakkımız yok, çünkü biz kim oluyoruz. Sistem bizi hizaya getirmek için kurulu olduğu için en ufak bir isyanda başımıza türlü iş açılıyor. Yıllar önce bir tanıdığım "Bir bekçiyle uğraşırsan bile başına bin türlü bela alırsın," demişti. Bir bekçi kafayı taktı mı yaşadığınız mahalleyi cehenneme çevirebilir Türkiye'de. Türkiye'de devlete kutsallık atfedildiği için isyan, protesto geleneğimiz de yok. Bu kutsallığı sorgulamaya çalışanların nasıl ağır bedeller ödediği yıllar içinde ibret olsun diye beynimize kazındı. Demokrasinin en sınırlı tanımı bize yetiyor, sadece oy vermekle yetiniyor. Deniz Gezmiş'in veya Erdal Eren'in asılması birer yara elbette, ama devlet için son derece bilinçli bir seçimdi: Aynı yolda ilerleyenin sonunda varacağı durağı işaret etti devlet, kuşaktan kuşağa da bunu hatırlattı. Yaşın 23 ya da 17 olması fark etmiyor, kutsal devlete meydan okumanın bedeli ağır Türkiye'de. Bir-iki kişi kurban edilerek "denizlere çıkan sokak"tan geçecek kuşakların önü kesildi. Tekrar sokağa çıkmaya çalışanlar sokaktan korkutuldu. Daha geçen aylarda Boğaziçili öğrencilerin hangi hakla devlete meydan okudukları tartışıldı. Bu tartışmalar bireyin kuvvetli olduğu değil sürü toplumlarında yapılır. Gezi'den aklımızda kalan cümle "Hadi herkes evine dönsün," değil mi KİM NE CEZA