Eylül ya da soluk bahar mültecileri

'Buğday başakları gibi alçak gönüllü konuş. Sen kendine kötülük edip, sonra iyilik umuyorsun dostum!' Renklerden Eylül! Eskisi kadar yakmıyor güneş. Eskisi kadar yeşil değil yapraklar. Kendimizi kandırsak da, zaman affetmiyor. Her zamanki ikazlarıyla boyuyor her yanı. Sarılar, kahve tonları ve eflatuna kaçkın kırmızılar, en muhteşem ölüm şiirini yazıyor. Sessiz gemiyle ötelere yolculuğu fısıldıyor. Her insan, kendi güzeran-ı hayatını yazıyor.. Her can, kendi musalla taşına yürüyor. Her âdem kendi şiirini, kendi hayatını, insanî mahiyetin gereğini yazıyor, renklerini boyuyor! Siz "hazan" deyin, "Eylül'de gel" deyin; ben ise sesleneyim: "Ey adalet, ey barış.. tez gelin!" "Hazan dediler, Hüzün dediler.. Kalbimizi ele verdiler... Sadece Eylüldü gelen, Güzelliği göremediler..." diye sitem ediyor şair. Haklı tabi.. Gerçekleri ıskalamadan güzellikleri görmek lazım. Çünkü savaşlar da, çile de devam ediyor. Mülteciler, kader mahkumları, işsizler, aç çocuklarına ekmek götüremeyenler.. Ve zulme ve savaşa sessiz, duyarsız kalanlar.. Gözünü kapamakla problem çözüldü sananlar.. Sen sonu getirilemeyen öyküler gibiydin. Kartal gözünde kıvranan karıncaydın incinen. Bir yakamoz masalı dolaşırdı damarlarında. Sabaha uyanan hüzünlerinde şebnemler vardı. Hüzün yelkenli solukbahar gemisi sahile kusardı mültecileri. Hayat ritmini yitirmiş, güvercinler konuşmayı unutmuştu. Derken; sustun sen de; kendini, beni ve ağlamayı unuttun gün batımlarında. Acıyı, acımayı, sevdayı, barışı, adaleti unuttun sonra... Merhametsizliğin, duyarsızlığın var şimdi, genzimi yakan gurbet kokusunda. Gönlümü