Vefât yıldönümünde Cengiz Dağcı'yı anarken (22 Eylül 2011)

1958 yılında kaleme aldığı ve hayatında hiç gelmediği Türkiye'nin Türkçe'siyle yazdığı "Onlar da İnsandı" adlı romanını 1970'li yılların başlarında ortaokulumuzun kütüphanesinde karton kitap teslim formunudoldurarak aldığımda bir solukta okumuştum.

Cengiz Dağcı çok akıcı bir üslupla yazdığı bu kitabında Kırım'ın Komünist Bolşevikler tarafından nasıl işgâl edildiğini, köylülerin ellerinden nasıl zorla topraklarının alındığını, kolhozları vs. bir bir anlatmıştı.

Kendisi yalnızca Kırım Tatar Türk'lerinin değil, bütün Türk Dünyası Edebiyatının en büyük romancılarından biri olan Cengiz Dağcı, İsmail Gaspıralı'nın vefâtından 4 yıl, 5 ay, 13 gün sonra 9 Mart 1919 yılında Yalta'nın doğusunda Karadeniz sahilindeki Gurzuf kasabasında doğmuştur.

Dağcı gözlerini açtığında 1. Dünya Savaşı henüz yeni bitmiş, neredeyse bütün Türk Dünyası esaret altına alınmıştı. Rusya'da komünist bolşevikler iktidarı ele geçireli 1,5 yıl gibi kısa bir süreolmuş, Türk Elleri komünizm bataklığına doğru sürüklenmeye başlamıştı. Cengiz Dağcı da komünistler tarafından Milli Meclisi dağıtılıp işgal edilmiş Kırım'da, ailesi ile birlikte yaşam mücadelesi vermeye çalışmaktaydı.

Babası iskeleye inen sokağın başında işlettiği berber dükkanını bırakarak Gurzuf'tan kendi köyü olan Kızıltaş'a taşınmış, Cengiz Dağcı da çocukluğunu burada geçirmişti. Önce kendi evleri yapılana kadar Osman amcasının dere kenarındaki iki katlı evinde oturdular, sonra da Mustafa amcasının bağı ile evi arasına kendileri için 1925'te inşa ettikleri eve taşındılar.

Az ilerilerinde geniş bahçeli, yüksek duvarlı iki katlı bir de hastane vardı. Ancak kolhoz sistemi uygulanmaya başlamadan bir yıl önce hastaneyi kapatarak kapısına kilit vurdular. Hastane kapatılınca kendisi doktor olan ve kütüphanesinden faydalandığı Mustafa amcasının kızı Dr. Zemine Dağcı çok ağlamıştı.

Evlerinin önünde bir de yeraltı ambarı vardı. Turpu, pancarı, havucu, patatesi kırağının ve ayazın etkilemeyeceği şeklinde saklarlardı. Üzümler ise tavan arasında muhafaza edilirdi. Ayrıca hayvanlarının barınacağı ahırları vardı.

Küçük Cengiz'in çok sevdiği şeylerin başındaahşap balkonlarında vakit geçirmek geliyordu. Cengiz Dağcı balkondan Tübya kırlarına dek uzayan yeşil bağları, eteğinde Değirmendere köyünü barındıran Ayı Dağı'nı ve çok etkisinde kaldığı denizi seyrederdi. Denizle âdeta bütünleşmişti. Yaz boyu neredeyse denize gitmediği gün olmazdı. Denize olan sevgisinden dolayı annesi, "Sen menim değil, denizin balasısın" derdi.

Zaten babasının köyü Kızıltaş ile Gurzuf neredeyse iç içe yaşarlardı. Bütün Kızıltaş köyü ihtiyaçlarını; çarşısı, pazarı ve her gün bir vapurun yanaştığı iskelesi olan Gurzuf'tan karşılardı. Ayrıca orta okulu olan bir yerdi Gurzuf.

Kızıltaş köyü'nün arazileri köyün doğusu ve batısında yarı yarıya iki kısımdı. Değirmenköy ve Aluşta'nın yer aldığı doğu tarafında tütün tarlaları; batıdaysa Nikita ve Yaka tarafında bağlar mevcuttu. Kızıltaş'lılar toz kondurmazlardı bağlarına. Bu bağlarla ilgili Cengiz Dağcı daha sonra şunları söyleyecektir; "İtalya'nın ve Güney Fransa'nın bağlarını gördüm. Hiç birisi Kızıltaş'ın cennet bağlarıyla kıyas edilemezdi."

Sonra Sovyet rejimi Kızıltaş'ın ismini Rusça'ya çevirerek kullanmaya başladı. Yeni şekli Rusça Krasnokamensk oldu. Krosna Kızıl, kamen taş manasına gelen tabelayı Yalta-Akmescit yolu üzerinde köyün girişine diktikleri direğe çaktılar. Fakat bu ismi ne Cengiz Dağcı'ya ne de Kırım Türklerine unutturamadıkları gibi, Türkçe söylemekten de vazgeçiremediler. Tıpkı Sivastopol'un Akyar, Simferopol'un Akmescit, Yevpatoriya'nın Gözleve, Feodosiya'nın Kefe olduğunu unutturamadıkları gibi.

Gün geldi Sovyet rejimi Türk bölgelerinde baskılarını artırdı. Cengiz Dağcı, bu baskılardan dolayı1929 yılında Kızıltaş Köyündeki sürgünlere şahit oldu. Kısa bir müddet sonra işgalci devlet Sovyetler, kolhoz sistemini kurmak için her şeyi devletleştirdiğinden ailesinin sahip olduğu, bağ bahçe ne varsa her şeylerine el koydular. Yetmedi babası Emir Hüseyin de tutuklanmaktan nasibini aldı. Üç ay tutuklu kalan Emir Hüseyin Kızıltaş'ta daha fazla kalamazdı ailesini aldı Akmescit'e gitti.

Zâten 4'ü kız 8 çocuğun en büyüğü olan Cengiz, ilkokulu bitirmek üzereydi ve okuması gerekiyordu. Cengiz, 1932 yılında Akmescit'te önce Onikinci Nümune Mektebine kaydettirildi. Ardından Onüçüncü Tam Ortaokula devam etti. Ortaokuldaki edebiyat öğretmeni Akimova'nın yönlendirmesi ile 1936 yılında Gençlik Mecmuası'nda "Kış" ve "Kartanay ve Eçkisi" (İhtiyar Kadın ve Keçisi) isimli şiirleri yayınlandı. Cengiz Dağcı Akmescit'i ve okulunu sevmesine rağmen her yaz ayında teyzeleri, halaları, aile dostları ve arkadaşlarıyla vakit geçirmek için mutlaka Gurzuf'a giderdi.

Tarihe özellikle Kırım tarihine oldukça merakı vardı. Bunun için Akmescit Pedagoji Enstitüsü Tarih Bölümüne yazıldı. Bu arada Altın Orda devleti hakkında geniş bilgi edinmeye çalıştı. Bahçesaray merkezli Kırım Hanlığını hemen her yerde araştırdı. Hatta 1939 yılında "Söyleyin Duvarlar" adını verdiği Bahçesaray ile ilgili güzel bir şiir yazdı. Bu şiir Şâmil Alaaddin'in Sovyet rejimine ters düşen kısımlarını çıkarmasıyla Edebiyat Mecmuası'nda yayınlandı.

Yine aynı yıl Edebiyat Mecmuası'nda yayınlanan bir başka şiiri "Sevdiğim Yalta" olmuştu. En küçük amcası Seyit Ömer'den meşhûr romancı Ömer Seyfettin'in hikâyelerini dinleyince o anda ruhunda bir şeylerin depreştiğini hissetti ve kitap yazmaya karar verdi. Bu karar Cengiz Dağcı'nın kaleminden birbirinden güzel 25'ten fazla kitabın ortaya çıkmasına vesile oldu.

Fakat bu arada Birinci Dünya Savaşı sırasında haksız toprak kazanmak uğruna Osmanlı Devleti dâhil pek çok ülkeye saldırarak âh alan emperyalist devletlerin, paylaşımı yeterli bulmayarak kendi aralarında başlattıkları II. Dünya savaşı Cengiz Dağcı'nın hayatını değiştirdi.

Okuduğu enstitü de başarıyla yol alırken okulundan kopartılarak 22 Aralık 1940 tarihinde askere alındı ve 6 aylık askerî eğitim sonrası cepheye sürüldü. Artık savaşın içerisindeydi. Fakat bu durum fazla sürmedi. 1941 Ağustos'un sonlarına doğru Almanlara esir düştü. Böylece çileli yıllar başlamış oldu.

Almanların işgâli altında bulunan Ukrayna'da İnhul Nehri kıyısındaki Kirovograd esir kampına götürüldü. Burada iki ay kaldıktan sonra da 31 Temmuz 1941 yılında Almanların eline geçen Uman şehrindeki esir kampına sevkedildi. Susuzluk, açlık, yorgunluk, soğuk ve Alman askerlerinin kurşunları pek çok esirin ölmesine sebep olur. Kalanlar Uman kampına girmeden öce iki gün boyunca dizi aşan suyla dolu derin bir çukurda bekletilirler.

Cengiz Dağcı, Uman esir kampında da açlık, aşırı soğuk, bit salgını, hastalık ve ölümle mücadele eder. Esirler; milletlerine, memleketlerine göre ayrıldıklarında Cengiz Dağcı kendisini Türkistan Birliğinin içinde bulur. Kendisi gibi Rus saflarında savaşırken Almanlar tarafından esir edilmiş Özbek, Kırgız askerlerden oluşan Türkistan Birliğidir bu. O cepheden o cepheye Türkleri koştururlar. Kırılan kırılır, kalanlar yaşam mücadelesine devam ederler. Onlardan birisi de Cengiz Dağcı'dır.

1944 yılına gelindiğinde birliği, Fransa'nın İspanya sınırına yakın bölgesindeki Albi Kasabasına taşınmıştır. Cengiz Dağcı'nın buradan ayrılıp Kırım'a dönmek için yaptığı müracaat kabûl edilir. Oldukça sıkıntılı bir yolculuktan sonra Varşova'ya kadar gelmeyi başarır. İzinli olarak memleketlerine gitmek isteyen insanların tıka basa doldurduğu büyük bir binaya getirirler kendisini.

Makedon, Gürcü, Ermeni hepsi iç içedir. Sevkıyatlar başlar fakat Cengiz Dağcı'ya sıra gelmez. Sonradan yaptıkları duyuruda Ukrayna'da savaş şiddetli devam ettiği için yolun kapalı olduğu söylenir. Yolun açılması beklenecektir. Çaresizce beklemeye başlar. Bu arada kaldıkları yerin yakınında küçük bir lokanta vardır. Bir ara oraya uğrar.

Küçük lokantanın bir köşesinde bir hanımefendinin masaya koyduğu birkaç Rusça kitap üzerinden Rus dilini öğrenmek üzere ders çalıştığını görür. Yanından geçerken birden durur, 1925 yılında 30 yaşında intihar eden ünü şair Sergey Yese'nin bıçakla çizdiği kolundan akan kanla dostu Mayakovski'ye yazdığı;

Elveda dostum,

Elveda!...

Elveda sevgili dostum,

Elveda!...

Sen kökleri içimde uzanan

Ayrılık yazılmış alnımıza;

İleride yine karşılaşırız, inan

Elveda dostum,

El sıkışmadan!...

Sessizce

Ne keder, ne tasa gerek:

Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada

Ama yaşamak da,

Yeni bir şey olmasa gerek" adlı şiirini Rusça olarak bir nefeste okur.

Hanımefendi Cengiz Dağcı'ya "Ooo, Siz Rus'sunuz" diye seslenince Cengiz Dağcı'dan "Hayır ben Kırım Tatar Türk'üyüm" diye cevap alır ve tanışırlar. Bu hanımefendi sonradan evlenecekleri Regina Barbara Kleszko'dan başkası değildir. Lokantayı ise müstakbel kayınvalidesi işletmektedir.

Kırım yolu açılmayınca, bu tanışmadan bir süre sonra Dağcı Berlin'e döner ve Yaş Türkistan Gazetesinde çalışmaya başlar. O Berlin'e döndükten sonra Varşova'da Almanlara karşı protesto eylemleri başgösterir bu gösteriler 1 Ağustos 1944'te ayaklanmaya dönünce Almanlar buna çok sert bir şekilde karşılık verir ve Varşova'yı, neredeyse taş taş üstünde bırakmayacak şekilde bombalar. Varşova halkını da özellikle sanayi bölgesinde başgösteren işçi açığını gidermek için işçi olarak Berlin'e sürer. Sürülenler arasında Regina Hanım ve annesi de vardır.

Regina Hanım Berlin'e geldikleri daha ilk günden itibaren Cengiz Dağcı'yı aramaya başlar. Zorla çalıştırıldığı işten fırsat buldukça Berlin'in cadde ve sokaklarında rastladığı her Asya'lıya Cengiz Dağcı'yı sorar. Bu aramalar kolay olmaz, çünkü Polonya sürgünleri için belli olmaları için göğüslerinde "P" harfi taşıma mecburiyeti vardır. Regina bu konuyu da çözer. P harfini elbisesine kolayca söküp takması için iğneyle tutturmuştur. Böylece istediği yere kolayca girer çıkar. Günler sonra rastladığı bir Türk'ün yönlendirmesiyle Yaş Türkistan Gazetesine Dağcı'yı sormak için gider.

Gazete binasından içeri girer Cengiz Dağcı'yı sorduğu görevli beklemesini söyler. Cengiz'in adresinin verileceğini zannederek heyecandan yerinde duramaz. İki dakika sonra adres beklerken birden karşısında Cengiz Dağcı'nın kendisini bulur. Kısa bir şaşkınlıktan sonra hasret giderirler. O sıralar cephede Almanlar zor günler geçirmektedir. Rus'lar Berlin'e doğru yaklaşırken, yüzlerce Amerika ve İngiliz uçağı 1945 Şubat'ının başında Berlin'i bombardımana tutar.

O gece Regina ve annesi, "Cengiz, Ruslar yaklaşıyor. Sen Berlin'den çıkmalısın." derler. Cengiz'de onsuz hiçbir yere gitmeyeceğini söyleyince ertesi gün, annesini Berlin'de bırakan Regina ile Dağcı Berlin'den ayrılır Dresden'e geçerler. Birkaç gün sonra da yaklaşan tehlikeden uzaklaşmak için Viyana'ya doğru hareket ederler. Dresden'den ayrıldıklarından hemen sonra 13 Şubat'ta Dresden de bombalanır.

Hem de ne bombalama. Amerikan ve İngiliz uçakları hiçbir askerî tesisi olmayan Dresden'e savaşın bitmesine ramak kala 10 bin ton bomba atarak on binlerce sivilin ölmesini sağlarlar. Üstelik beyaz fosfor ve yangın bombaları da vardır. Yangın bombaları 1.800 santigrat dereceye çıktığı için oluşan sıcaklık havadaki oksijeni emmekte, oksijensiz kalan insanlar boğularak ölmektedir. Fosfor bombalarının dumanını yutanların ise elbiseleri pürüzsüz olmalarına rağmen iç organları yanmaktadır. Berlin ve Dresden'in bombalanması emriniveren dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill Temmuz 1945'te müthiş eserini görmek üzere harabeye dönmüş Berlin'i ziyaret eder. Yıkıntılar arasında kırık iskemle üzerinde ağızında kocaman purosu ve mareşal elbisesiyle otururken gazetelere düşen fotoğrafı barış güvercini diye tanıtılan Churchill'i ele vermiştir.