Dilimin altındaki çakıl taşı

Aksaray-Küçük Lânga'nın kadınları Pertevniyal Valide Sultan'ın yaptırdığı, zarafeti göz kamaştıran gotik camide Yeşil Hoca diye yakışıklı birinin sohbetlerine devam ederler, Hafız Burhan'dan ilâhiler dinlerlerdi. Sonra bizim evde toplanıp mis gibi sabun ve mangalda kahve kokuları arasında sohbete otururlar, zâtımı mest ederlerdi.
Minik yatağımda uyuyormuş gibi yapar her şeyi dinlerdim. Kim bilir kaç yaşındaydım İki mi, dört mü, bilmiyorum. Fakat sobanın yanındaki yedi cüceler boyutundaki ahşap kenarlıklı yatağı düşününce... Epey tıfılmışım yani...

Arada çocukların duymaması gereken bir şey konuşulacaksa gelir, tepemde dikilir, uyuyor muyum uyumuyor muyum diye kontrol ederlerdi. Zamanla, uyuyor rolünde mertebe kat ettim. Ve de o sayede kahve fallarına karışan hızlandırılmış hayat derslerini hafıza kartıma kaydettim. Yenikapı'ya yakın o yarı-bodrum cennette en büyük eğlencem buydu. O muhabbetlerdi. O sayede Madenci Zeki Bey ile dünya güzeli Necla Ablanın imam nikahlarının getirdiği miras problemlerini, semtin en güzel kızı Sıdıka Ablanın, sürme gözlü Leman Teyzenin oğluyla aralarındaki büyük aşkının evlendikten sonra kıskançlıktan nasıl bir cehenneme dönüştüğünü, Bakkal Yani'nin kadınların arkasında yaptığı tuhaf harekete niye sapıklık dendiğini, arada erkeklere yakışan çakırkeyif hadisesini ve kimseye yakışmayan sarhoşluk illetinin aileleri nasıl tarumar ettiğini, evlere temizliğe giden Havva Hanım Teyze'nin haylaz oğlunun paraları kadınlarla yiyerek nasıl hapse düştüğünü, Menderesçilerin Kennedy hayranlığını, Türk sanat Müziğini, Nurhan Damcıoğlu'nun kantolarını, eti önceden hazırlanan ve iftar saatinde fırından gelen bir tepsi lahmacunun öldürücü lezzetini, elde tığ bin bir zahmet örülen dantel pencere tüllerini gizlice kopya etmenin nasıl bir intihal olarak görülüp dışlandığını orada öğrendim.

Anneannemin evi, üç küçük odadan ibaretti. Ortadaki odanın adı karanlık odaydı. Penceresi örülmüş bir sığınak oda. Hitler bombalarsa oraya saklanacaklardı. Biz orayı yüklük olarak kullanırdık. Odun, taş kömürü ve öteberi. Benim en korktuğum odaydı. Ödüm patlardı. Kâbuslarımın mekânıydı...
Peltektim ama ne peltek! Beni teyzelerden birinin dil ve edebiyatta okuyan oğlunun yanına götürmüşlerdi. O beni dinlemiş. "Senin Türkçe öğrenmen zor, Fransızca sana daha kolay!" diyerekten dalga geçmişti. Öyle fıtı fıtıydım...
O abi bana bir tekerleme yazmıştı. Erken yaşta çat pat okuyordum, çizgi roman hastasıydım. Bir çakıl taşı verdiler, dilimin altına koydum ve günlerce, bir yıl mı iki yıl mı hatırlamıyorum, o tekerlemeyi bağıra çağıra okudum durdum. "Üt ütte küp dizseleğ attakini biğ çekseleğ, teylele ten dümbüğtüyü!"