Çağlayan

Koca kafalı bir çocuktu. Öyle ki annesi sokakta elini bir an için bıraktığında, Uludağ'da kayak yapmaya giden Karakafalar gibi başını taşıyamayıp duvara toslar, anca öyle dururmuş. Her vuruşunda da çocuğun kafasında bir çağlayan görüntüsü oluşurmuş.
Babası benden böyle salak çocuk çıkmaz diyerekten kavga edermiş karısıyla. İstanbul'un dip varoşunda, şehirden uzak büyüyormuş. Her taraf çayır çimen, ağaçlar, tek tük evler, ileride şırıl şırıl bir dere. Mısır, buğday, ay çiçeği tarlaları. Âdeta bir cennet. Yaz tatillerinde karanlık çökene kadar deli gibi koşup zıplarmış. Futbola merak sarmış. Fakat köyden şehre göçmüş çocukların hiç acıması yokmuş bu hususta. Pata küte giriyorlarmış insana.
İşte o hengâmede üç kere aynı yerden kolu kırılmış bizimkinin. En sonuncusunda zamanın kasaphane hastanelerinde kemikleri yanlış kaynatılmış. Akabinde Kocamustafapaşa'da bir çıkıkçı önermiş komşular. Her çarşamba adam çocukcağızın kolunu kırıp yeniden çıkınlamış. Bilinmiyor kaç hafta sürmüş bu. Sonunda kangren baş gösterince çiğ et sarmışlar garibanın koluna.
Fakat öyle bir acıymış ki, su içerken bağırdağı ısırıp kırmış kaç kere. Kolumu kessinler diye yalvarmış, ağzı yüzü kan içinde. Ağrıya dayanamayıp baygın uykuya daldığında hep bir çağlayan görürmüş rüyasında. Onu yıkayıp paklayan, şifa veren bir çağlayan. Sonra tabii uyanınca hayatın acı gerçekleri!

Her şerde bir hayır. Bu sakatlık da şöyle bir şeye neden olmuş, beden eğitimi derslerinden raporlu olduğu için okumaya sardırmış, çok okumuş. Futbol bitmiş tabii, Fenerbahçe'de oynayacakmış sözde! Kompozisyon yazarlığında şöhret olmuş okullar arasında. Bir de tabii ebeveynler çocuğa işkence çektirdik, sakatladık gibisinden kendilerini suçlu hissettiklerinden bazı pazar günleri sinema lüksü hediye etmişler ona. Çok filmler seyretmiş kardeşiyle, minibüslere binerek Bakırköy sinemalarında. Sinemaya gitmeden eğer para yeterse, kebapçıda pide içine kebap alırlarmış. Ve çok fırça yemişler soğan kokusu yüzünden. Karanlıkta film artisti kadar güzel kadınlarca azarlanınca bizimkisi, düzeltmiş kendini. Dürüme devam, ama artık soğan koydurmuyormuş içine...
Liseye başlarken çilekeş anası, hastabakıcılık yaptığı özel klinikte Bulgaristan'dan gelmiş bir ortopediste indirim yaptırarak ameliyata sokmuş bunu. Zor bir ameliyatmış. Yanlış kaynamış, ardından çıkıkçı tarafından un ufak edilmiş bir dirseğin ameliyatı bu. O zamanlar tıp teknolojisi de böyle bir şey değil haddizâtında.
O sabah klinikte korku içinde yatarken, birden yine bir çağlayanın önünde dikilir bulmuş kendini! Çıplakmış ama utanmıyormuş. Çağlayan bu kez başından aşağı binlerce renkte damlalarla dökülüyormuş. Ayaklarının ucunda derin bir uçurum varmış, aşağıda rengarenk bir nehir akıyormuş. Nasıl güzel, nasıl mutluluk dolu bir düş! Lacivert-kızıl-mor-vişne çürüğü damlalar derisine ılık bir temasla çarpıyor, gözlerinin önünden ağır çekim bir renk cümbüşü olarak geçiyormuş. Korkuları kaybolmuş, sağ kolu dipdiri, iki kolunu havaya kaldırmış, yüzünü çağlayana vermiş. Huşu ve şifa dolu bir saadet denizinde yüzüyormuş sanki. Kendinden emin ve o büyük yaratılışın zevkiyle...