Buğulu gözler

Birbirini çok seven iki körpe âdemin iftirakı, yazımız. Gözlerinden yaşlar siyim siyim süzülüyordu Nisa'nınKolay mı Ömrünün baharındaki iki insandan biri olan İsa, diğerini burada bırakmış gidiyor, vatan-ı aslisine yürüyordu. Nisa'nın buğulu gözlerindeki yaşlar sessiz, sedasız yanaklarından yuvarlanarak kara toprağa rahmet damlaları gibi düşüyor; sanki İsa'nın Cennet bahçelerinden bir bahçe olabilecek mezarına suluyordu. İsa, gencecik yaşında yenik düştü kansere. Kimi, "Vah vah, pek de gençti"; kimi de, "Bu illete yakalanan iflah olmuyor" diyor, insanların her birinden farklı yorum geliyordu. İşin bizim görebildiğimiz yüzü, bu! Kimler geldi, kimler geçti bu handan... Yolculuk hız kesmiyor. Telefonlarımıza sık sık hasta olanlara kan, vefat edenlere Fâtiha talebiyle gelen mesajlar, "Bu yerler, safa yeri değildir" der gibi. Hastalıklar, musibetler, kazalar... Selde, yelde, yangında; afetlerde hayatını kaybedenler, bu sûrette vefât edenler inşaallah hükmen şehit sayılırken; acılı, sancılı, ıstıraplı hastalıklar neticesinde vefat edenlere de, çektikleri, umulur ki keffâretü'z-zunûb olur müteveffa hakkında. Risale-i Nur'da, bununla ilgili olarak; "Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker"1 deniyor ya, öyle. İnsan, kedisi kaybolsa üzülür, müteessir olur. Gencecik bir can gidince, cânânının canına "kor" düşer; dağlanır yürekciği. Gel de buna, "üzülme" de, "yanma" de. Nisa ile İsa'nın serüveni işte, bu. Bu ayrılık gidene seyran -inşallah-, kalana ise hicran oldu. Ölümü öldürüp, kabir kapısını kapatmanın çaresi olmadığına göre... Hicretten sonra, Medine'de dünyaya gelen oğlu İbrahim küçük yaşta vefat edince müteessir olan gönüller sultanı Efendimiz Hz.