Telelordlar

Beni yaşanan meselelerin kör derinliği kadar ona insanlığın verdiği tepkiler de çok alâkadar ediyor. İlk bakışta sanki bir hareketlilik var gibi görünüyor. Yaşananlara kızıyor, onu bunu suçluyor,bağırıyor çağırıyor; en fazla hakâret ediyoruz. Yeni haberleşme teknolojisi tekmil tepkileri kendi kara deliğine çekerek yutuyor ve meçhûle püskürtüyor. Sanal kamusallıklar, artık yerini aldığı ve sönümlendirdiği hakikî kamusallıklardan çok farklı. Katılım açısından çok daha yüklü ve boyutlu. Bunu demokratikleşme olarak gören ve hayırlı bulanlar da hafife alınmayacak kadar çok.Hâlbuki, katılıma hakikî kamusallıklardan daha fazla alan ve imkân sağlayan sanal kamusallıklar sâdece boşalma işlevi görüyor. Sanal kamusallıklardan tesirli bir kamuoyu çok nâdir olarak türüyor. Bunun çeşitli sebepleri var. Bir defâ, hemen hemen eli şöyle böyle kalem tutan, ağzı iyi kötü lâf yapan herkesin yazar(auther) ve kamusal aydın rolüne bürünebildiği, herkesin kendi kanalını açabildiği sanal mecrâlardaki yığılma, kontrolsüz ayrışmalar ve çoğalmalar bir odaklanma ve yoğunlaşma boşluğu doğuruyor. Çok sesli bir dünyâ bu. Ama niteliği son derecede kakofonik. Varoufakis'in kavramlaştırmasıyla teknofeodalizm bu. İrili ufaklı, çok nitelikli olanlardan en sefil olanlarına kadar dükalıklardan oluşuyor. (Sosyal medyaya hiç dâhil olmadım. Facebook veyâ twitter hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum-. Ama YouTube izleyicisi olarak orada nasıl bir yapılanmanın hüküm sürdüğünü görebiliyorum). Evet, teknoloji ile mücehhez tam bir feodal zihniyet hüküm sürüyor . Telelordlar , kendi mecrâlarında, tâkipçileri ile başbaşa hükümranlıklarının tadını çıkarıyorlar. Burada biz takipçiler orijinal feodalitedeki yanaşmaların yerini almış gibiyiz. Tabii ki telelordlar, orijinal lordlar gibi bizleri ezmiyor; hattâ zamânında piyanist şantörlerin yaptığı gibi olabildiğince adlarımızı zikrederek, hâlimizi ve hatırımızı sorarak, sorularımıza cevap vererek ihyâ ediyorlar. Yanaşmalar, adam yerine konulduğumuz, ismimiz zikredildiği, sorularımız karşılık bulduğu için pek memnun oluyoruz. Telelordlar, teb'alarına çok müşfik davranmayı esas alıyorlar. Tabii ki teb'a bu; arada kaçak giren, sabotajcılar da çıkıyor. Onlar bu yeni feodal dünyâların başıbozukları , haydutları. Onlara tabiî ki eskiden olduğu gibi haydut denmiyor. Yeni adları troller. (Hackerlar ise onların en can acıtanları). Eskiler yol keserdi. Bunlar telelordların meclis bozanları. Fake hesaplar üzerinden yapıyorlar bozgunculuklarını. Tabiî ki o zaman telelordların hışmına uğruyorlar..Telelordluk , geleneksel aristokrasilerde olduğu gibi mutlaka bir nesep kütüğü göstermeyi gerektirmiyor. İki satır yazısı olmayan, damdan düşer gibi bu mecrâlarda kendilerine yer kapmış olan köksüz telelordlardan geçilmiyor. Ama kalem erbâblığından gelen ,yâni entelektüel soykütüğüne sâhip lordlar da var. Bu geçişler beni hayli düşündürüyor. Meselâ yazar(auther) ile okurun kesin olarak ayrıştığı daha eski devirlerde, yazar, yazdıklarıyla bir kamuoyu oluşturmayı esas alıyordu. Meselâ Sartre ve onun gibiler, yazdıkları zaman dünyâyı sarsacaklarını hissediyordu. Belki hiçbir zaman yazarların beklediği derecede, târihin gidişâtını esastan değiştirecek mikyasta ve evsafta olmuyordu; ama yazılanlar üzerinden fikirler dünyâyı şöyle böyle sallıyordu. Bu irili ufaklı sismik hareketlilikler yazarların, fikir ve sanat adamlarının özgüvenini ayakta tutmaya ve iddialarında sâbitkadem olmalarını; "bu defâ olmadı ; ama denemeye devâm" demelerine temin etmeye yetiyordu.Konvansiyonel medya devri umutları keskinleştirdi. Fikir ve sanat otoriteleri , ilk başlarda biraz sızlansalar da ,evvelâ gazeteyle barıştı. (Aman ne sukut; kitaptan mecmuaya, oradan gazeteye). En son olarak da TV'lerle barıştık. Yazının ,okuru zorlayabilen tarafları bu yeni mecrâda törpülendi. Bu yeni şifâhî söylem üzerinden daha çok kitleye ulaşmak mümkün olacak ve daha tesirli neticeler elde etmek mümkün olacaktı. TV'lerin özgürlük mecrâsı olarak kutsandığı 90'lı seneleri böyle hatırlıyorum. Ama yazarların (author, novelist) saflık gösterdikleri husus, bu mecrâların kapitalist teşebbüsle muhasara edildiğini görememeleri; görseler bile bunu fazlaca dert etmemeleriydi. Evet matbuat ve neşriyat dünyâsı da kapitalist teşebbüsün hüküm sürdüğü mecrâlardı. Lâkin yazının metâlaşması ile sözün ve görüntünün metâlaşması aynı değildi. Bir piyasa olarak ilki görece dar; diğeri ise nâmütenâhî genişti. Dolayısıyla ilkinde daha çok devletin müdahalesini ve baskısını görüyor; lâkin kapitalizmin baskısını o kadar da derin hissetmiyorlardı. 90'lar itibârıyla zamânın rûhu liberaldi. Devletler, bürokrasiler ile ekonominin güçleri derin bir hesaplaşmanın, kavganın içindeydi.