Edebiyat mı devrim mi

Taraflar daha baştan ayrışırlar bizde Cumhuriyet'i ve atılımlarını tanımlarken. İnkılap mı denilmelidir yapılanlara yoksa devrim mi İnkılap diyenler kelimenin arapça kökünden kaynaklanan çağrışımların gölgesinde kalırken devrim diyenler onun siyasal ve özellikle sol literatür tonundan çekinirler. Biraz zorakilik, biraz yakıp yıkma hatta şiddet bile vardır bu kelimenin kökünde. Fransız İnkılabı kolaylıkla denilemez fakat Fransız Devrimi büyük memnuniyet ve vurguyla söylenir. Fakat birden işin ucundaki kan ve giyotin hatırlanıverir. Sonunda kim ne derse desin Cumhuriyet büyük ve ileri bir atılımdır. Hatta, Cumhuriyeti kendisi tarafından kurulur adeta bizde.

Her yeni rejim kendi ontolojisini yaratmak ve kendi maneviyatını yaygınlaştırmak için bir dizi operasyona girişir. Cumhuriyeti kuran kadro felsefi teorikten uzak hatta karargahtan gelmiş, şehirle ilişkileri bile sınırlı kişilerdir. Hale Sert, 1930-50 arasındaki özellikle devlet güdümlü ve devlet destekçisi aydınlar vasıtasıyla dil ve edebiyata müdahalede bulunma ve şekil verme gayretlerine odaklandığı 'Edebiyat Devrimi' çalışmasında konuyu hayli detaylandırır. Belgelere dayalı sorular geliştirir. Sorunları tespit eder. Alfabe değişiminden başlayarak bir dil, tarih ve edebiyat görüşünün geliştirilmek istenmesinin gerisindeki sebepleri ve özellikle 'yönetenler ve halk arasındaki yazılı ve sözlü dilin farkını kapatmaya yönelik' faaliyetleri, dil devrimi ve modernite bağlamında irdeler.

Tanpınar'ın başlangıcını hayli eskilere götürdüğü medeniyet krizi ve bunun doğurduğu ikilemler en aktüel şekilde alfabe değişimi konusunda kendisini gösterir. Bir gösteren olarak Türkçe'nin krizde olduğu görüşü yaygınlaştırılır. Nurullah Ataç'ın 'bir ulus medeniyetini değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır. Bunun içindir ki biz Türkler yüz elli yıldır bir dil sıkıntısı çekiyoruz' görüşü merkeze alındığında, sadece krizi aşmanın değil tekrar medeni olmanın yolunun dilden geçtiği fikri anlaşılacaktır. Özellikle 'Latin alfabesine geçilirken ileri sürülen Osmanlıcanın zor öğrenildiği savının' eski- yeni, iyi-kötü, kolay-zor gibi derinliksiz seviyede kalması talihsizliktir. Şöyle denilebilir temelsiz, derinliksiz, kalitesiz, teorik bağlamı zayıf ve estetik olduğu kadar gerçeklik yoksunu nice girişim, aktörlerin zekası ve eserleriyle değil zamanın iyileştirici ve dengeleyici gücüyle ilerlemesini tamamlamıştır.

Bugün Türkiye'de medeniyet adına ileri sürülen görüşler ne denli afaki, temelsiz, çürük ve hayaliyse, dilin gücü ve edebiyatın yetkinliği konusunda söylenen sözler de o kadar ölçüsüzdür. Bugün bir krizden çok sahipsizlikten ve kitlesel popülizmden dem vurulabilir. Özellikle 1. Türk Dili Kurultayı'nda 'edebiyat ürünlerinin tarihsel bağlamından soyutlanarak araçsallaştırılması' bunun hastalıktan bahsederken bizzat hastalıklı bakışlarla desteklenmesi ibret vericidir. Faik Ali ve Hüseyin Cahid'in aksine Köprülü ve benzerlerinin rejim ve devlet aklıyla malül yaklaşımları hayli çarpıcıdır. Tanpınar'ın ikili ve arada kalmış kişiliği bir yana Yahya Kemal gibi bir birikim devre dışı bırakılmıştır mesela.

Osmanlı asker ve bürokratları özendikleri ve etkilendikleri kaynaklardan hareketle yeni bir düzen kurmaya çalışırken daha çok icatçıdırlar. Balkan savaşlarından başlayarak, Çanakkale Savaşı dahil birbirini izleyen onca felaket toplumun entelektüel belini kırmış ve Cumhuriyete daha teslimiyetçi bir aydın kalması sonucunu doğurmuştur. Rejimin fikrini geliştirip yükseltmek için değil çoktan kafaya koyduğu kararın birer aparatı gibi aydınlar istemesi şaşırtıcı değildir. Hale Sert'in yetkin bir yorumla söylediği şekliyle ' Türkiye'de yeni dilin yapılandırılması, Gramsci'nin İtalya'nın ulus- devletleşme sürecinde uygulanan dil politikalarıyla ilgili kullandığı 'standartlaştırma' kavramıyla benzerlik taşır. Standart olan hala makuldur bizde.