Nebi Uluçay'ın ailesi Rus Harbi esnasında Konya'nın Ilgın ilçesinin bir köyüne muhacir olarak yerleşti.
Durumları çok kötü olduğundan günlük yiyeceklerini dahi karşılayacak durumları yoktu. Köylüler bu ailenin zarurî ihtiyaçlarını bir müddet karşıladı.
Nebi, okuma yazmaya çok hevesli olduğundan köy hocasına giderek Kur'ân yazısını öğrenmek istedi. Yaşı diğer çocuklara göre daha büyük olduğundan hoca onu başından savmak istedi. Nebi ısrarla hocanın derslerine devam etti. Hocanın isteksizliğini gören hanımı "Yahu çocuk çok hevesli ve meraklı öğretsen ne olur ki" diye söyleyince ders vermeye devam etti.
Nebi, kalem alacak parası olmadığından yanmış odun ve kömür parçaları ile duvarlara yazı yazarak dersine çalıştı. Bu isteği devam ederken bir gece rüyasında beyaz sakallı nur yüzlü bir zat gördü. Bu zat rüyasında ona okuma yazma öğretti. Sabah uyanır uyanmaz hocaya koştu; "Hocam ben okuma yazma öğrendim" dedi. Çok seri olmasa da yazısını hocaya gösterdi. Hoca şaşırdı; "Dersi alacağın yerden almışsın" dedi. Zamanla yazı yazmayı çok ileri bir düzeye çıkardı. Bu arada Risale-i Nurlarla tanıştı ve yazmaya başladı. Yazısı o kadar güzeldi ki matbaadan çıkmış gibi Risale-i Nurları yazıyordu ve büyük bir hevesle okuyordu. Bu yoğun çalışma içindeyken Bediüzzaman'ı görmeyi arzu etti. Maddî durumu iyi değildi, içindeki hasreti dindirmek için ayağına çarığını geçirerek Ilgın ilçesinden yaya olarak Barla'ya Bediüzzaman'ı ziyarete gitti. Bediüzzaman ona: "Ben Kur'ân çırağıyım, siz de onun çırağı olun" dedi. Nebi bu ziyaretin verdiği şevk ve heyecanla Ilgın'a döndü ve Risale-i Nur'u hayatının gayesi hâline getirdi.
Daha sonra Devlet Demir Yolarında yol bekçisi olarak işe başladı. Çalışmaya başladıktan sonra da Risale-i Nur'u okuma ve yazma işini gecesini gündüzüne katarak büyük bir heyecanla devam ettirdi.