Türkiye'nin 'Sezen'i

1950'li yıllarda Fransa bir asırdır işgal altında tuttuğu Cezayir'de baş gösteren bağımsızlık mücadelesine karşı kanlı bir savaş yürütmektedir. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman işgaline karşı direnişin lideri, "Fransızların Atatürk'ü" Charles de Gaulle'ün iç savaştaki zalim tavrı gençlerin ve kimi aydınların tepkisini çeker. Sokaklardaki protesto gösterilerinde başı çeken kişi ünlü filozof ve romancı Jean-Paul Sartre'dır.Ülkenin bir savaş içinde olduğu günlerde devletin karşısında yer alan düşünüre karşı iktidar çevrelerinde büyük bir öfke doğar. Bir hükümet toplantısında devlet başkanına "Şu adamı atalım artık içeri" derler. Bu sözlere General de Gaulle'ün verdiği cevap tarihe geçmiştir: "Sartre Fransa'dır."Benzer bir örnek bizim tarihimizde de var. Sartre'ın hümanist felsefesinden kaynaklanan politik tutum bakımından değil, devlet aklının çalışma mantığı bakımından benzerlik taşıyor:Türk edebiyatının en özgün kalemlerinden Refik Halit Karay, İkinci Meşrûtiyet yıllarında Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'ya karşı düzenlenen suikaste ve bununla bağlantılı bir hükümet darbesi girişimine karıştığı şüphesiyle Anadolu'ya sürgüne gönderilmiştir. Bilecik'ten gönderdiği sürgün hikayeleri dergilerde yayınlandığında iktidardaki İttihat ve Terakki Partisinin yönetiminde yer alan sosyolog Ziya Gökalp "İstanbul Türkçesinin en güzel numunelerini veren bu yazarın yeri İstanbul olmalı" diyerek bir girişim başlatır ve Memleket Hikayeleri yazarının doğup büyüdüğü şehre dönmesini sağlar.Yazıları artık İttihat ve Terakki'nin yayın organında çıkmaya başlayan Refik Halit yine de zaman zaman iğneli dilini tutamaz. Cihan Harbi yıllarıdır. Türk askeri yedi cephede düşmanla çarpışmaktadır. Bu ortamda hükümete yönelik suçlamalar her zamankinden daha fazla tepki çeker. Bir gün Talat Paşa iyice öfkelenip "Gerisin geri gönderelim şunu Bilecik'e" deyince yine Gökalp devreye girer; mealen "Refik Halit Türkçedir" diyerek buna engel olur. Ne var ki huylu huyundan vaz geçmez. Mütarekeden sonra İngiliz işbirlikçisi Hürriyet ve İtilaf Partisi hükümetinin Posta ve Telgraf Genel Müdürü olan yazarımız bir yandan bu görevinin gereği olarak Anadolu'daki kuvvacıların haberleşmelerini engellemek için elinden geleni yaparken bir yandan da gazetelerde Millî Mücadele aleyhinde çoğu hakaret dolu düşmanca yazılar yazar,Kurtuluş Savaşı kazanılınca vatandaşlıktan çıkarılan 150'likler arasında yurtdışına sürülür. Suriye ve Lübnan şehirlerinde geçen sürgün yıllarında ülkesine ve özellikle İstanbul'a duyduğu özlemi kâğıda döker.Yakup Kadri'nin dediğine göre, Atatürk bu hikayeleri ve Türkiye'deki bazı dergilerde yayımladığı mizahi yazılarını hayranlıkla okur, 16 yıllık sürgünü yeterli bir ceza olarak görür, Millî Mücadele'nin en zor günlerinde yaptıklarını bir kenara bırakıp Gurbet Hikayeleri yazarına af kapısını açar. Affın muhtemel gerekçelerinden biri de Hatay'ın ana vatana katılması konusunda o günlerde Suriye'de yaşayan yazarımızın verdiği hizmetlerdir."Sartre Fransa'dır" diyen Charles de Gaulle'ün, "Refik Halit Türkçedir" diyen Ziya Gökalp'in kavrayış seviyesinde bir yurtseverlik bugün "Sezen Aksu Türkiye'dir" demeyi gerektirir.Ülkenin gerçek gündem konularını perdelemek ve seçim arifesinde toplumdaki kutuplaşmayı arttırıp muhafazakâr tabanı konsolide etmek amacıyla Sezen Aksu'yu hedef alarak sürdürülen akıldışı linç kampanyası milletin vicdanında ters tepecektir. Çünkü hem yapılan ağır suçlama mantıklı ve inandırıcı değil hem de Sezen'in bu toplumun zihnindeki ve gönlündeki yeriyle kabil-i telif değil. "Minik Serçe" yabancımız olan bir insan değil ki "Dini değerlerimize hakaret etti" suçlamasını ciddiye alalım.Şarkısında "Bugün dua ettim hepimiz için Yüce Tanrı bizleri affetsin" diyen, Yunus Emre'nin mısralarıyla "Be hey kardeş hakkı bulam mı dersin Hakka yarar amel işlemeyince" diye seslenen, "Sesimi suya bıraktım Nefesimi semaya İçine her şeyi kattım Şarkılar benzer duaya" diye mırıldanan bir şarkıcı için ortaya atılan "Dinimize hakaret etti" suçlamasını bu ülkedeki aklı ve vicdanı