Filistin-Gazze ve İslam Birliği

Önceki yazımızda; İslamiyet'in esası olan tevhid inancının, müntesipleri arasında zorunlu olarak vahdetebirliğe vücut verdiğini ve Müslümanların "Hilafet" kurumu sayesinde yaklaşık 13 yüzyıl boyunca şöyle ya da böyle ortak bir medeniyet kurabildiklerini görmüştük. Ancak sömürgeci istilalara Hilafetin kaldırılması da eklenince İslâm ümmetinin, 'imamesi kopmuş tespih taneleri' gibi darmadağın olduğunu da belirtmiştik. İslâm dünyasına yerleşen sömürgeciliğin iki dünya savaşı arasında tasfiyesi sürecinde Müslümanlar arasında "birleşme refleksi"nin yeniden harekete geçtiğine tanık olundu. Esasen, 19. yüzyıl sonlarında Sultan II. Abdülhamit'in bizzat yönettiği İslâm Birliği (pan-İslamizm) çalışmalarının sadece Hint alt kıtasında değil, Kuzey Afrika'dan Orta Doğu'ya ve Uzak Doğu'ya kadar tüm İslâm dünyasında ciddi karşılıklar bulduğu hatırlanırsa, bu birleşme refleksinin tesadüfi olmadığı anlaşılır.

Sömürge döneminin acı tecrübelerinden sonra aralarında işbirliği bağlarını güçlendirmeye her şeyden daha çok ihtiyaç duyan Müslüman toplumların öncelikli hedeflerinden biri İslami dayanışma'dır artık. 1969'da bir Siyonist ajanın Mescid-i Aksâ'yı yakması üzerine 1970'de kurulan İslam Konferansı (şimdi İslam İşbirliği) Teşkilatı, her şeye rağmen Müslümanlar arasındaki birleşme çabalarını ve diyaloğu canlı tutabilmiş; bugünse Filistin-Gazze'deki vahşi Siyonist katliama karşı güçlü bir tepki verebilmiştir.

Ali Merad'ın ifadesiyle, Müslümanların hayallerini süsleyen "barışçıl ve kardeşçe duygular taşıyan otantik İslâmî bir ümmet imajı" günümüzde her zamankinden daha fazla ciddiye alınır olmuştur. Uzun süredir tarih sahnesinin geri planında sürgün tutulan İslâm âlemi, bugün potansiyel birlik imkânları, dinamizmi ve canlılığıyla tarihteki yerini almaya tekrar aday görünmektedir

B.Lewis'in doğru tespitiyle, Müslümanlar, din'i ulus'un alt birimi olarak gören Batı'nın aksine, ulus'u din'in bir alt birimi olarak görürler. Modern zamanlara kadar Müslümanlar neredeyse her zaman rakiplerini, ülkesel veya etnik durumları göz ardı ederek 'kâfir' diye nitelerken kendilerini Arap veya Türk değil, 'Müslüman' olarak tanımladılar. Dahası Müslüman tarih yazımı geleneğinde "İslam devletinin ve toplumunun, hanedanların, şehirlerin tarihleri vardır ama Arabistan'ın, İran'ın veya Türkiye'nin tarihleri yoktur."Bu nedenledir ki,ümmetin birliğini parçalamak için emperyalistler eliyle kotarılmaya çalışılan 'Türk İslâmı', 'Arap İslâmı' veya 'İran İslâmı' gibi zorlama ve sun'i oluşumlar ümmetin maşerî vicdanında makes bulmamıştır. Hâsılı, bugün Müslüman topluluklar arasındaki sun'i sorunlar, sanıldığından daha kolay halledilebilir ve birlik yolunda gösterilecek çabalar beklenilenden daha hızlı semere verebilir.

Öyle ki, Çağdaş Arap-İslâm Düşüncesinde Yeniden Yapılanma isimli eserinde, son yüzyılda ortaya çıkan Araplık'ın İslam ile ilişkisini tartışan Cabiri'nin aktardığına göre, sosyalist Arapçılığıyla tanınan Michael Eflak bile (sonradan Müslüman olduğunu, ama medyanın bunu duyurmadığını belirtir), "İslâm olmadan Arap milliyetçiliğinin içi boş bir kalıp olarak kalacağını" vurgulamış; dahası, "sömürgeciler tarafından Arap ülkelerinde gündeme getirilen