Bediüzzaman dâvâsını Şam'a taşıyor

Bediüzzaman'ın Hayatı'ndan Tesbitler (164)"Efendim! Sizleri Şam âlimleri adına dâvet ediyorum. Yüksek fikirlerinizden biz de istifade etmek istiyoruz..." Bu dâvet, Şam'da görev yapan ünlü bir generalden gelmişti. Bediüzzaman ise bunu fırsat bilerek, 1911 yılında Şam'a gitti. Hem Şam âlimleriyle tanışacak, hem de Arap dünyasını yakından tanıyacaktı. Bediüzzaman'ın Şam'a geldiği duyulunca, kendisine ayrılan ikametgâhı dolup taşmaya başladı. İstanbul âlimlerinin baş edemediği bu genç zatı, Arap âlimleri çok merak ediyordu. Şam'daki âlimler ve halk, Bediüzzaman'a öylesine ilgi gösteriyordu ki, ziyaretçilerinden dolayı çalışma programı altüst olmuştu. Herkesin tek tek merakını gidermek mümkün değildi. Şam âlimleri buna bir çözüm bulmak için, Emeviye Camii'nde Bediüzzaman'ın bir konuşma yapmasını istediler. Bu güzel fikri, Bediüzzaman da kabul etti. Bediüzzaman'ın Emeviye Camii'nde konuşma yapacağını duyan halk, erkenden yollara düşmüşlerdi. Kalabalık öylesine yoğunlaşmıştı ki, on binden fazla insan Bediüzzaman'ı tanımak ve fikirlerini dinlemek için birbirleriyle yarışıyordu. Cami'nin tarihinde böyle bir insan seli oluşmamıştı. Ayrıca Cami'de, çevrenin en tanınmış âlimlerinden onlarca kişi de yerini almıştı. Bediüzzaman, Cami'nin içini ve dışını dolduran coşkulu kalabalığın merak dolu bakışları arasında kürsüye çıktı. Duruşu, hali, genç ve dinamik yapısıyla göz dolduruyordu. Osmanlı Devleti'nin sarsıldığı, dört bir yanda çöküşlerin ve isyanların başladığı o karanlık günlerde, halk bir ümit, bir ışık arıyordu. Herkesi gelecek korkusu sarmıştı. Toplumsal problemleri ve çıkış yollarını çok iyi bilen Bediüzzaman, bu psikolojik hava içinde tarihî konuşmasına başladı. Cami'deki binlerce kişilik kalabalık, İslâm dünyasının ümidi haline gelen Bediüzzaman'a kilitlenmişti. "Ey bu Cami-i Emevî'de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!" diye başladı, ünlü hutbesine... "Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü, size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemâate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ, doğru ders almış mı, almamış mı, babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum." 1 Girişi harikaydı. Bu mütevazı hali, dinleyenler arasında müthiş bir dalgalanma oluşturmuştu. "Kardeşlerim," diye devam etti. "Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-i Vusta'da durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimâiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek..." 2 Bediüzzaman, yalnızca toplum hastalıklarını sorgulamakla kalmadı, onların sebeplerini ve çözüm yollarını da gösterdi. Saatler süren o muhteşem konuşma, nefesler tutularak dinlenmişti. Hele âlimlerden büyük bir kısmı, İslâm âlemine sunulan çözüm tekliflerini dinleyince gözyaşlarına boğulmuştu. Özellikle de geleceğe dair verdiği müjdeler, ümitsizlik içinde çırpınan insanlar arasında büyük heyecan meydana getirmişti. Bu konuşma sıradan bir konferans veya hutbe değil, gelecek asırlara da hayat stratejisi ve planları sunan, şahane bir teklifler listesiydi. Konuşmasını cemaatin "Âmin, âmin!" sesleri eşliğinde tamamladı: "Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin." 3 Bediüzzaman'ın bu konuşması daha sonra Hutbe-i Şamiye (Şam Konuşması) olarak kitaplaştırıldı. Birçok kez basıldı. Bu kitap Bediüzzaman'ın hâlâ ilgiyle okunan eserlerinden birisidir. Ve bu kitapta sunulan tavsiyeler, hâlâ hayret uyandıracak kadar tazedir.4 "Oğlum, bu zata ileride hizmet edeceksin" "Şamlı Hafız" lâkabıyla anılan Tevfik Göksu, Barla'nın Akmescit Mahallesi'nde 1887'de dünyaya gelmiştir. Kendisine "Şamlı" denmesinin sebebi; subay olan babası Veli Beyle beraber Şam'da yirmi yıl kalmasıdır. "Şam'da olduğu yıllarda Bediüzzaman Said Nursî'yi görmüş ve Emevîye Camii'ndeki hutbesini dinlemişti. Âlim ve ehl-i kalb bir zat olan babası, Bediüzzaman'ı göstererek: "Bak oğlum, bu zat meşhur bir zattır. Ona iyi bak. İlerde bu zata hizmet edeceksin" demişti. Bilâhare Said Nursî, Barla nahiyesine nefyedildiği yıllarda ona talebe ve kâtip olmuş; çok güzel hattıyla Bediüzzaman'ın Nur Risalelerini yazmış ve çoğaltmıştır. 1935 Eskişehir, 1943 Denizli hapislerinde yatmıştır. 1965 yılında vefat eden Şamlı Tevfik'in kabri, Barla Mezarlığındadır. 5 Hamdi Sağlamer, Şamlı Hafız Tevfik ile hatırasını anlatıyor Eğirdir'e uğrayıp Çilingir Ali ve Hacı Bahri Ağabeylerin müzaheretiyle bazı yerlerini gezip Üstadın hatıralarını dinledikten sonra Barla'ya gittik. Altı kahve, üstü üç-dört yataklı bir otele çantalarımızı bıraktık. Camiye akşam namazını kılmaya gittik. İmam mübarek bir insandı, adeta beni çekiyordu. Duâdan sonra hiç âdetim olmadığı halde ellerine sarıldım ve öptüm. Nereden geldiğimizi sordu. Ben de Samsun'dan Bediüzzaman'ın ziyaretine geldiğimizi, Barla'yı ve Çamdağı'nı gezmek istediğimizi söyledim, çok memnun oldu ve bizi gece saat bire kadar bırakmadı. Kendisinin de Şamlı Hafız Tevfik olduğunu söyledi. Bize Üstadın çok hatıralarından bahsetti,