Bu dağlarda kar olsaydım

"Babamın bana her zaman nasihati şu olmuştur: Asla kendinden daha cahillerle değil, her zaman daha bilgili olanlarla arkadaş ol" diyerek bana iltifat ediyordu belki, çok sevdiğim bir dostum. Bununla benim kendisinden daha bilgili olduğumu, bu haliyle de benden ilim olarak daha fazla beslenmeye hazır, bir talip olduğunu söylemiş de oluyordu üstelik. "Öyleyse, buradan başlayayım" deyiverecektim, tabii henüz neyi ne kadar anlayabileceğine emin değildim, ama ilk anda aklımdan geçen düşünce bu oldu: "Gerçekten senden daha bilgiliysem, bunu kesin olarak gerçekten ölçüp biçebilecek durumdaysam ve benim babam da bana aynı şeyi tavsiye etmişse bu işin içinden nasıl çıkacağız. Bu durumda seninle arkadaşlığa benim de yanaşmamam gerekiyor, öyle değil mi" Kişinin dostundan beklentileri her zaman böyle bir alışveriş hesabına girecek olursa ortaya çıkan ilişkiye dostluk demek herhalde mümkün olmaz. Bu tarz bir dostluğu tavsiye eden baba, çocuğuna hep almayı, hep faydalanmayı, hep sömürmeyi de tavsiye etmiş olduğunun farkında bile değildir muhtemelen. Aslında çocuğuna müthiş bir rasyonalite ölçüsü vererek onu korumayı, hatta ona bir fayda vermiş olduğunu da düşünüyordur. Oysa böyle yapmakla çocuğa sadece narsistçe bir bencilliği de aşılamış olduğunun farkında bile değildir. Babalar çocuklarına almayı değil vermeyi, verirken zaten kazanacakları gerçeğini neden vermeyi akıl etmezler En basit ve akla hemen gelecek cevap bu akla onlarında sahip olmadıkları, bunun bilgisine muttali olmadıkları. Belki babalık içgüdüsü çocuğuna en kolay, en zahmetsiz, ne risksiz faydayı bulabilecekleri adrese yöneltmeleri. Oysa riskin büyüğü bu kolaycılıkta, tehlikenin büyüğü bu risksiz hayat tavsiyesinde.Dostluk bütün hesapları aşabildiği ölçüde, insanın almaktan ziyade vermeyi göze alabildiği veya vermeyi bu ilişkiyi kurup sürdürmeye değer bulabildiği ölçüde mümkün olan bir şey değil midir Öbür türlüsü sadece pazarlık ve alış-veriştir. Hoş, insanın sosyal varlığını alış-verişe bağlayan sosyolojik teoriler de yok değildir. Bir toplum içindeki varlığımızı, o topluma olan borcumuzun bir ifası gibi gören Durkheimci işlevselcilere, yani toplumsal işbölümü teorisyenlerine bir cevap olarak ortaya atılan bir teoridir bu. İnsanlar büyük ölçüde faydalanmakta oldukları bir toplumun genel işleyişinde bir işe yaramak için kendileri de bir işe yaramayı, böylece topluma, devlete, millete, aileye borçlarını ödemeyi mi düşünürler toplumsal eylemlerinde Böyle olsa herkes gerçekten toplumda başkalarına bir borç ödemenin ibadet bilinciyle hareket eder ki, böyle bir toplumu idare etmek de çok kolay olur. Aslında herkesin bu bilince sahip olduğu bir yerde toplumu idare etmeye bile gerek olmaz, toplum kendi kendini idare edecek şekilde hiçbir baskıya gerek olmadan örgütlenmiş bile olur. Durkheimcı işlevselci yaklaşımın toplum tahayyülü böyle bir dünya kendi kendine gerçekleşmeyince herkese tayin ettikleri borcu kendisi tahsil etmeye kalkışan otoriter bir devlet anlayışına da kapıları açmak durumunda kaldılar. Türkiye'de Cumhuriyet politikalarının Durkheimci sosyolojinin yolundan gitmiş olmasının bir sebebi de bu olmuştur. Oysa toplumda herkes birbirine bağlı ve bağımlı ise de herkes bu borç bilincine sahip değildir ve toplumsal ilişkiler insanların kendi bireysel veya dar grup çıkarlarını gözettikleri bir çerçevede cereyan eder. Borcun inkârı ve herkesin kendi çıkarını gözeterek ilişkiyi bir alış-veriş gibi gördüğü, pazarlıklı bir ilişki durumu, hoşumuza gitmese de toplumun işleyişinde daha fazla belirleyicidir. Birbirini sevmeyen, birbirini rakip olarak gören, birbirinden bir şeyler koparmayı bir varoluş tarzı olarak benimsemiş bir ilişkiler ağı, toplumun genel özeti.Dostluk tabii ki böyle bir ortamda biraz daha kaybolan, takdir edilmeyen, görülmeyen, yitik bir ilişkinin, bir anlamın, bir