Tur-Ir barışı bozuluyor mu(2)
Batı'nın siyâsal gündemindeki yedekler listesinde dâima bir Türkiye- İran gerilimini tırmandırmak; hattâ bu gerilimi savaşa tahvil etmek maddesinin yer aldığını düşünüyorum. 1980'lerden beri zaman zaman ısıtılan bir madde bu. Hatırlayalım; 1980'lere girildiğinde İran'da İslâm Devrimi olarak bilinen bir süreç yaşanmıştı. Diğer bir gelişme ise, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgâl etmesiydi. Batı buna, Türkiye ve Pâkistan üzerinden derhâl tepki verdi. Bu tepki güdümlü askerî darbelerdi. Afganistan ayağı için, Pâkistan kullanıldı. Butto'nun Pâkistan'ı, Sovyet yayılmacılığına teslim edebileceğinden endişeliydiler. Eğer Pâkistan da düşerse, Sovyetler merkezî Asya'dan Hint Denizine kadar olan coğrafyayı kontrolleri altına alabileceklerdi. Sovyet plânlarını, muhtemelen evvelden istihbâr etmişlerdi. İşgâlden bir sene evvel (1978) Butto'yu devirdiler ve Ziyâ ül Hakk'ı bir kukla olarak Pâkistan'ın başına geçirdiler. İran için düşündükleri ise Türkiye'ydi. Türkiye'deki 12 Eylül askerî darbesi, Pâkistan'dakinden ik sene sonra, 1980'de gerçekleştirildi. Diğer taraftan Rogers plânını devreye sokarak, Yunanistan'da açılmış olan NATO gediğini tâmir ettiler. İki kukla general, Kenan Evren ve Ziyâ ül Hakk'ın berâber profil verdikleri dostluk fotograflarını hatırlamak kâfidir. Türkiye'deki kukla rejimden, şekilci bir Kemalizmi resmî bir doktrin hâline getirmesi üzerinden üç şey isteniyordu. İlki, memlekette yükselen ve belki de Sovyetler Birliği'ne meylede-bilecek sol dalgayı bastırmaktı. Maoculuğu ve Ülkücü gençliği araya koyarak bunu zâten kontrolleri altına almışlardı. İkinci olarak, Türkiye'yi neoliberal dönüşüme hazırlamaktı. Bunun için Turgut Özal devreye sokuldu. Kukla askerden istenen üçüncü husus ise, solun bastırılmasından daha mühim olarak, İran devriminin, küresel ölçekte ve bilhassa Müslüman gençlik üzerinde doğurduğu heyecanları kontrol altına almaktı. (İran devriminin bizzât Batı tarafından güdümlenmiş olduğu tezini asla göz ardı etmiyorum. Bunu bir tür oyun kurmak olarak değerlendiriyorum). İran "tehlikesini" bertaraf etmek adına muhtevâsı son derecede zayıf olan bir Türk-İslâm sentezi hazırlanarak devreye sokuldu... 1990'larda başta Uğur Mumcu olmak üzere, "lâik" yazar ve akademisyenlere düzenlenen sûikastler, her defâsında, bilip bilmeden, olağan şüpheli olarak İran ajanlarına fatura edildi. Her cenâze merâsimi, anti-İran sloganlarla yapılıyor; Türkiye'nin lâik kalacağı ve asla İran olmayacağı haykırılıyordu. Bu gerilimlere rağmen, Türk ve İran devlet aklı, derinlikli târihsel tecrübelerin de yardımıyla, son derecede pragmatik bir esneklik içinde bu süreci yönetmeyi bildi. Zâten 1980'de fitili ateşlenen ve yedi sene devâm eden Irak-İran savaşı da bu ihtimâli devre dışı bırakıyordu. 1989'dan, yâni Soğuk Savaş'ın sona ermesinin akabinde şartlar tamâmen değişti. Körfez savaşları neticesinde, bu defâ tamâmen İsrâil maksimalizmini kuvvetlendirmek gâyesiyle İran'ın Irak, Sûriye ve Lübnan'da yayılmasına alan açıldı. Bu, İran'ın Akdeniz'e, Küçük Asya Anadolu üzerinden değil, Arap dünyâsı üzerinden kavuşması demekti. Bu aynı zamanda, Türkiye ile İran arasındaki târihsel jeopolitik dengeleri yerinden oynatan ilk radikal değişimdi. Üstelik bu defâ Sûriye'de İran'ın yanında Rusya da vardı. İran ve Rusya'nın Akdeniz'e kavuşması eş anlı ve eşgüdümlü yaşandı. Türkiye de izlediği yanlış siyâsetlerle bu oyunun bir parçası hâline getirildi. Güney sınırlarımızın bittiği yerde karşımızda hem ABD-PKK işbirliği hem de İran-Rusya ittifâkını bulduk. İkinci kritik gelişme Kafkas'larda ortaya çıktı. Bu dinamik güneydekinin tersine Türkiye'yi rahatlatacak; bunun aksine İran'ı zora sokacak bir potansiyel taşıyordu. İran zâten başlangıcından beri Âzerbaycan-Ermenistan geriliminde Ermenistan'ı destekliyordu. İran'ın arzusu Rusya-İran ittifâkının burada da devâm