Önce söz vardı..

Yuhanna İncil'i bu ifâde ile başlar. Elbette bunun teolojik yorumu çok katmanlıdır. Bahsi geçen boyutlar günlük konuşmalarda ihmâl edilir ve metinlerdeki incelikleri ıskalanarak kullanılır. "Önce söz vardı" ifâdesinin nasıl dünyevîleş-tirildiğine pek çok şâhit olmuşumdur. Günlük dilde bu ifâdeden anlaşılan, "Söylenen her neyse ona bak" kabilinden bir şeylerdir. Bunu veri alacak olursak, toplumsal hayatta, bilhassa siyâsette söylenen sözler çok defâ üzerinde düşünülmeden, siyâkı sibâkı ıskalanarak en düz ve doğrudan alındığını görürüz.. Bunun sayısız yanlışa sebebiyet verdiğini düşünüyorum.

Dil o kadar esnek ve büklümlüdür ki, insan zekâsı onun hudutsuz imkânları içinde sayısız manevra yapabilir. Eskiler gırtlağının dokuz boğumlu olduğuna işâretle, insanın edeceği lâfı her boğumda bir durdurup tartması gerektiğini tavsiye ederlerdi. Hatta bir büyüğüm bana, "Eğer lâfı birinci boğumdan hemen çıkarırsan seni taşlarlar. Ama aynı lâfı işleyerek son boğumdan verirsen bu defâ başına taç takarlar" demişti. Günümüz baskın kültüründe sanki bu boğumlar yok oldu. Büyük bir ekseriyet lâfı daha birinci boğumdayken, olduğu hâliyle çıkarıyor. Bu biraz da duygu samimiyeti ve dürüstlüğü olarak teşvik ediliyor. Doğrudan kırıcı ve yıkıcı ifâdelerin hâricinde kalan, görece dolaylı ifâdelerin ekseriyetinin ise imâ ve tehdit yollu olduğunu görüyoruz..Eğer medenî durumu insan için hesaplanabilir bir geçim dünyâ yaratma becerisi olarak anlarsak medenî dil üzerinden inşâ edilen ilişkilerin hep dolaylı bir mâhiyet taşıdığını görebiliriz.. Bu dolaylı ve katmanlı ifâdeler en az mâliyetli olarak herşeyi söylemeyi mümkün kılıyor. Neticede doğrudan ifâdelerin elektrik yüklü bulutları da bu sûretle topraklanarak devre bırakılmış oluyor. Tabiî ki dilin de, bilhassa edebiyat üzerinden kendisini geliştirmesi ve bu kültürel topraklamaların imkânlarını hazırlamış olması gerekir. Medeniyetin bir toplumsal niyet olmaktan çıkıp hayâta geçmesi büyük ölçüde buna bağlıdır. Doğrusu biz Müslüman Rûmî Türklerin târihsel olarak böyle bir avantajımız vardı. Osmanlı Türkçesi buna fersah fersah yetecek bir zenginlikteydi ama modernleşme târihimizde çok vahim bir hatâ yaparak, bu birikimi kendimize yabancılaştırarak reddettik. Yerine de fazlaca bir şey koyamadık. Ağır bir medeniyet kaybına uğradık. Modern Türkiye'de günlük hayatta şiddetin tırmanmasında boşluğun mühim bir payı olduğunu düşünüyorum. Kendisini ifâde etmekte zorlanan insanlar, bilhassa az zaman zarfında sert biyolojik değişimler yaşayan gençler arasında şiddetin hızla yaygınlaşması tam da bunu gösteriyor. İfâde kısırlığı şiddeti çağırıyor ve kışkırtıyor. Bizzat şiddet bir dil hâline geliyor. Bu arada kaydedelim; sâdece gençler değil, yaşlı başlı, kerli ferli orta yaşlılar, hatta yaşlılar da bundan nasibini alıyor. Eskiden gençler taşkınlık yapsalar da, ki çoğu bugün mâsum kalır, üst perdeden tatlı sert konuşan yatıştırıcı bir olgunun sesi duyulur ve vasattaki elektrikli hava dağıtılırdı. J.Elul "Sözün Düşüşü"nü yazmıştı. Herkesi kışkırtan, şımartan ve çocuklaştıran tüketim kültürü söze fazla ihtiyaç duymuyor. Narsisist bir bireyselleşmeye karşılık gelen, hınç yüklü, meydan okuyucu, dayatmacı bir gösteri ve gösteriş dili türemiş vaziyette. Kelimeler giderek azalıyor, kalanlar ise birden fazla yük yüklenerek usturalaşıyor ve yeni dilin hizmetine giriyor. Dilsizleşen bir dünyâda medeniyet endişeleri yaşamaz Unutmayalım, Batı'nın medeniyet iddiasının arkasından Fransızca, İngilizce ve Almanca çıkar. Bu itibârla biz Türkler maalesef bu gidişâta en hazırlıksız ve müdafaasız yakalananlardanız. Dilsizleşen bir dünyâya kendi dilimizi yıkarak çok erken dâhil olduk. Diplomasi medenî diller arasında en incelmiş olanlardan birisidir. Başarılı diplomasi savaşı diliyle topraklar. J.Elul hayıflanarak "Söz düştü" diyordu. H.Kissinger'ın son eserlerinden birisi "Amerika'nın Yeni bir Dış Politikaya İhtiyacı var mı" başlığını taşıyordu. Aslında bu,