Neocon Avrupa

ABD siyâsal târihinde Nixon devri bir kırılmayı ifâde eder. Bu kırılma sâdece ABD açısından değil, küresel gelişmeleri de belirleyen bir mâhiyete sâhiptir. 1945-1960 arasında kızışan ve dünyâyı topyekûn bir yıkımın eşiğine kadar getiren ABD-Sovyetler Birliği arasındaki gerilim bu târihten itibâren, karşılıklı diyalog mekanizmalarının inşâ edilmesi ve çok sayıda anlaşmanın imzâlanması üzerinden hafifletilmeye çalışılmıştır. Eş anlı olarak Mc Carthycilik ve Stalinciliğin tasfiyesi tam da buna işâret eder. Yumuşama (detente) ve Barış İçinde Birarada Yaşama (coexistence pasifique) ilkeleri karşılıklı olarak kabûl edildi. 1969'da seçilen ve 1974'e kadar ABD'yi idâre eden Nixon bu sürecin en mühim kilometre taşlarından birisini ifâde eder. Ama herkes bilir ki Kissinger ve onun ekipleri bu sürecin asıl mimarlarıdır. Stratejik silâhların karşılıklı olarak azaltılması anlaşmaları (SALT1 ve SALT 2), Vietnam savaşının sona erdirilmesi, Çin ile yakınlaşmalar onların eseridir. Bu gelişmelerin arkasındaki akıl, rekâbetin çatışmalara evrilmeden denge içinde devâm ettirilmesiydi. Aslında bu, ardalanı Metternich'e kadar geri götürülebilecek bir Avrupa aklıydı. Kissinger'in doktora tezinin Metternich üzerine olması da tesâdüf sayılmamalıdır.Bu tespitler Nixon-Kissinger siyâsetine güzelleme yapmak niyetini taşımıyor. Elbette başta Şili olmak üzere Latin Amerika'da ABD yanlısı askerî diktatörlerin işbaşına getirilmesi, yaşanan toplumsal ölçekli işkenceler de bu ekiplerin işiydi. Bunlarla söylenmek istenen, iki kamp arasındaki mücâdelenin paylaşılmış bir dünyâda devâm ettirilmesi; buna mukâbil olarak doğrudan bir çatışma ihtimâlinin ortadan kaldırılmasıydı.Gelin görün ki Kissinger'a muhalif olan bir başka klik, durumdan hiç memnun değildi. Akıl hocası nazi düşünür Carl Schmitt olan ABD'li meşhûr siyâset felsefecisi Leo Strauss'a bağlı neoconlardı bunlar. Başlıca temsilcileri, Commentary dergisinde toplanan ve bilhassa Cumhûriyetçi partide örgütlenen Paul Wolfowitz, Richard Perle, Robert Kagan, Donald Rumsfeld, Daniel Pipes, Samuel Huntington, Francis Fukuyama gibi isimlerdi. Israrla Kissinger'a karşı çıkıyor ve Sovyet tehdidinin artarak devâm ettiğini, buna en sert şekillerde karşı koyulması gerektiğini iddia ediyorlardı.Watergate skandalıyla işten el çektirilen Nixon'a vekâlete eden Gerald Ford devrinde neoconlar yavaş yavaş vaziyete hâkim olmaya başladılar. Kissinger ekipleri tasfiye ediliyordu. Sovyetlerin 1989'da yıkılmasını büyük bir coşkuyla kendi zaferleri olarak selâmladılar. Neoconlar ile neoliberaller arasındaki nikâh da bu iklimde kıyıldı. Tesirleri sâdece sağda değil, solda da yaşandı. Sosyal demokrat partilerin o mâhut Üçüncü Yol formülü ve liberalleşerek metamorfoz geçiren sol bu akımın elinin nerelere kadar uzanabileceğini gösterdi. Tony Blair ve halefleri, Reagan, Bush, Thatcher, Kohl zincirine büyük bir iştah ile eklemlendiler.Ama manzara aynı zamanda bir boşluğa karşılık geliyordu. Neoconlar düşmansız yapamazlardı. Düşman nihâyet Müslüman coğrafyanın çöllerinde ve dağlarında bulundu. Bu düşman iyi kötü devletli olduğu yerlerde, meselâ Irak ve İran'da olduğu gibi somut olarak görülebiliyordu. Kissinger ekiplerinin özene bezene inşâ etmiş olduğu ABD yanlısı diktatörler de artık topun ağzındaydı. Ama hâkim sistem için bu yetmiyordu. Düşmanı görünmez kılmak daha keskin ve istenen dönüşümdü. Nihâyet o da bulundu. Aslında inşâ edildi demek daha doğru olur. Yeni düşmanın ismi özgürlük düşmanı, kanlı, gözü dönmüş "İslâmcı terör" idi. 911 bunun milâdı oldu. Artık kamuoylarının bu korkuyla terbiye edilmesinin önünde hiçbir mâni kalmıyordu. Bir taraftan hiçbir denge gözetmeyen mutlak dünyâ hâkimiyetine giden yol açılmış oluyor; diğer tarafta biteviye korkutulmuş kamuoylarına her nev'i acı ekonomik reçeteler bu korku şurubuyla içirilebiliyordu.Bu hâkim küresel siyâsetin içsel ve dışsal sorunları mevcuttu. Merkez ekonomilerde yaşanan