İsveç'e evet demek; bâzı intibâ ve tespitler

Nihâyet beklenen gün geldi. TBMM'de İsveç'in NATO'ya üyeliği oylandı ve kâhir bir ekseriyetle kabûl edildi. Mesele basit olarak bir NATO devletinin, başka bir devletin NATO'ya kabûl edilmesini onaylanmasının çok ötesinde. Bu karârın esaslı bir kırılma olduğunu ve Türkiye'nin yakın geleceğini doğrudan alâkadar eden bir niteliği olduğunu baştan idrâk etmek gerekiyor. Bunu sonraki yazımda ele almayı planlıyorum. Bugün sâdece bâzı intibâ ve tespitlerimi ortaya koyacağım.Başlangıçta Türkiye, İsveç ve Finlandiya'nın müracaatının onaylanması husûsunda kendisine verdiği inisyatifi târihsel bir fırsat olarak algıladı. Türkiye Cumhûriyeti ile NATO'nun jeopolitiklerinin 1990'ların başından beri yaşamakta olduğu kesin kopuşun muhasebesini masaya taşımak niyetinde olduğumuzu açıkça ortaya koyduk. Bunda da son derecede haklıydık. NATO, güney komşularımız olan Irak ve Sûriye coğrafyalarını hallaç pamuğu gibi atmış, doğrudan Türkiye'nin varlığını tehdit eden bir PKK devletinin hemen sınırlarımızın başladığı yerde kurulmasını destekleyen ve özendiren bir jeopolitik ve jeostrateji tâkip etmekte ısrarlıydı. Bunu bir hayli geç idrâk ettiğimizi kaydetmeliyiz. Türkiye ile NATO arasındaki ilişkileri sarsan ilk ciddî şokları daha 1974 Kıbrıs Harekâtında ve Haşhaş meselesinde NATO ve ABD tarafından yediğimiz ambargolar sırasında hissettik. Ama bu tecrübeler bizi, 1990'larda NATO'nun komşu coğrafyalarımızı darmadağın etmek yolundaki plânının en büyük adımlarından olan Çekiç Güç harekâtlarına, NATO ezberlerimiz üzerinden uzun seneler boyunca destek vermekten alıkoymadı. PKK'nın münferit bir terör hareketi olduğunu düşünüyor; bunun uluslararası bir plânın parçası olduğunu idrâk edemiyorduk. PKK'ya destek veren Fransa ve Almanya'nın siyâsetlerini, "Canım bunlar Türkiye'yi zâten sevmezler; o sebepler terörü destekliyor" kabilinden yüzeysel değerlendirmelerle, kırgınlık ve kahırlanmalarla geçiştirdik. Askerlerimizin başına çuval geçirilip kelepçelenerek teslim alınmasını, Muavenet gemimizin vurulmasını şaşkınlıkla karşılıyorduk. Zihnimizin bir köşesinde bunların ârızî hâdiseler olduğu, gelip geçeceği yolunda sâbir bir düşünce vardı. Ama en beteri, Turgut Özal'ın "Bir koyup üç alırız" lâfında olduğu gibi, ABD'nin komşumuza saldırmasını Türkiye'nin büyümesi için bir fırsat olarak görmekti. Bunun ileri adımını 2010'lardaki Arap Baharı esnâsında da yaşadık. 2009 Davos ve One Minute çıkışı Türkiye'yi Arap sokağında çok prestijli hâle getirdi. Ama Arap Baharı tabloyu değiştirdi. Arap Baharı'nın doğurduğu dalgaların üzerinde sörf yaparak Türkiye'yi Ortadoğu'da yeniden patron yapacağını zannettik. Arap Baharı'nın nihayette bir NATO işi olduğunu, Arap kamuoylarının evvelâ gazını alıp, NATO'ya arıza çıkaran BAAS rejimlerinin tasfiye edilerek, akabinde NATO'ya sadâkatle çalışacak yeni idârelerin kurulmasıyla alâkalı olduğunu da göremedik. En hazini, 1974'de Kıbrıs müdahalemizi desteklemiş ve uçaklarımızın uçuşunu sağlamakta bize hayâtî bir destek vermiş olan Kaddafi'ye karşı düzenlenen saldırılara katılmamızdı. Hatâ üzerine hatâ yaptıran siyâsetlerdi bunlar. Neticede Katar ve kısmen Libya hâriç tutulacak olursa, tekmil Arap dünyâsından koptuk. Bugün Türkiye husûmeti ile hareket eden çok sayıda Arap devleti ile muhatâbız. 1 Mart Tezkeresi hâdisesinde bir refleks göstererek tepkimizi verdik. Zâten ondan sonrası geldi ve Türk-NATO münâsebetleri düzelmek bir tarafa, her geçen sene daha da kötüleşti. Komşumuz Yunanistan tepeden tırnağa silâhlandırılırken Türkiye adım adım NATO'dan dışlanıyordu. Hava savunma sistemi vermediler.