İfâde hürriyeti

1970'li senelerde Türkiye'de siyâsal gündemde fikir ve inanç hürriyeti yoğunlukla tartışılırdı. Hedefte Türk Cezâ Kânunun 141,142 ve 163. maddeleri vardı. Sol kesim daha çok ilk ikisi ile, sağ kesim ise ikincisi ile alâkadardı. Burada dikkat çeken husus, ifâde, toplantı ve örgütlenme hürriyetlerinin ki bunlar da dile getirilirdi, fikir ve inanç hürriyetinin bağımlı değişkeni olarak muamele görmesiydi. Evet, herkesin zihninde, şöyle veyâ böyle bir fikir vardı. 1980'lerden, bilhassa da Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra peyder pey bu taleplerde bir dönüşüm yaşanmaya başladı. İfâde hürriyeti merkeze yerleşti. Bu dönüşümü nasıl açıklayabiliriz Doğrusu bunu üretim toplumlarının çözülmesiyle izah ediyorum. Yavaş yavaş siyâsal iklimde hâkimiyet kuran neoliberal paradigma yaptı bu işi. Hem sağ hem de sol bundan nasibini aldı. Gidişât, merkezi, standart sanâyi yapılarına dayalı üretim kapitalizminin yerini hizmetler sektörünün ağırlıkta olduğu, yerleşik istihdam kalıplarının çözüldüğü, esnek ve geçici işlerin yaygınlaştığı bir tüketim kapitalizmine bırakmasıydı. Bir benzetme yapacak olursak, ideolojik temelde özlülük ve derinlik iddialarıyla donanan üretim insanı (homo faber) yerini yüzeyselleşmenin ve sığlaşmanın hüküm sürdüğü tüketim insanına (homo consumens) bırakkıyordu. Başka bir ifâde ile, içbükey bir medeniyet telâkkisi dışbükey bir başka medeniyet telâkkisine evriliyordu. Zygmund Bauman ile berâber günümüzün en kavrayışlı sosyolog ve târihçilerinden birisi olarak gördüğüm Richard Sennett buna püritanın ölümü kavramını yakıştırır. Fikir ve fikirlerde yoğunlaşmak sanâyi toplumuna has bir iddia ve kıymetlendirmedir. Evet, ideolojiler bu kıymetlendirmelerin paketlenmiş çıktılarıdır. Fikirler kadar derin olmadıkları muhakkaktır. Ama şöyle veyâ böyle fikirlerden beslenir. Meraklısı ideolojik dünyâların arkasındaki fikirler dünyâsına da ulaşabilirler. Sanâyi toplumlarının çözülmesine ideolojik çözülmelerin eşlik etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. İdeolojilere bir güzelleme yapmak, medhiye düzmek niyetinde değilim. Bu çözülmede elbette ideolojilerden duyulan yılgınlık da rol oynamıştır. Neoliberal paradigmanın bu kadar müşteri bulmasında bu yılgınlık da rol oynamıştır. Tüketim toplumu, toplumların kültürelleşmesine vurgu yapar. 1990'lara doğru ekonomipolitikin yerini artık kültürpolitik almaya başlamıştı. Bunu kültürde derinleşmek olarak değerlendirmemek gerekir. Toplumların kültürelleşmesi en dışavurumcu ölçülerde, tam da gösteriş tesirine dayalı olarak gerçekleşti. Bir şeyi göstermek onu inşâ etmenin önüne geçti. Üretim toplumlarına uygun olan püritan temelli içevurum yerini hızla dışavuruma bıraktı. İşte fikir hürriyetinden uzaklaşıp ifâde hürriyetini yükseltmek ve yüceltmek tam da buna işâret eder. Burada eylem, onu önceleyen fikirlerin önüne geçer ve bizatihîleşir ve bizzatlaşır. Onu kışkırtan fikirler değil duygulanımlardır. Hınç ve haz burada ana dinamo işlevini görecektir. Zihin dünyâmızın âvâre kasnaklara benzediğ bir hâli anlatır.Homo faberin, kendi içinde çatışan iki temel yorumu olduğunu düşünüyorum.İlki yatırımcı, mühendislik iddialar taşıyan, siyâsette sağı şekillendiren boyuttur. Diğeri ise ona muhalif olan eleştirel ve devrimci boyuttur. Bu gerilim sistemik olarak bakıldığında müesses kapitalist yapıları bir miktar zorlamış olsalar da zaman içinde ikincisini, yeniden bölüşüm üzerinden ehlileştirilmiş ve massedilmiştir. Bu yenilgi, devrimciliğin ruhûnu kaybettiğine işâret eder. Hiç şüphesiz reel-bürokratik sosyalizmin de bunda hatırı sayılır bir payı vardır. Hoş, solun liberalleşmesi aslında daha erken başlamıştı. 1968 hâdiseleri, kültür devrimi üreten Maoculuktan medet umulması, Marcusecilik, Che imge ve kültü, eurokomünizm arayışları bu çözülmenin öncü alâmetleriydi. Dolayısıyla solun liberalleşmesi çok kolay oldu.Sistemin hâkim kuvvetleri muhteviyâtını kaybetmiş, lâkin refleksleri diri olan bu mirâsı küresel emelleri doğrultusunda yeniden