Dere tepe düz giderken..

Merhûm Teoman Duralı, sıkı sık Türkçenin bir soykırıma uğradığını yazar , söylerdi. Bu nitelendirme belki bâzıları açısından ağır kaçmış olabilir. Lâkin dil husûsunda içine düştüğümüz hâl-i perişânı çarpıcı bir şekilde hissettirdiğini unutmamak gerekir.


Bir dilin zenginliği tartmak için çeşitli kıstaslar mevcuttur. Bunlardan birisi, daha çok eş anlamlı görünmekle berâber, aralarında hassas farklılıkların olduğu kelimelerin sayılarının o dilde ne kadar yekûn tuttuğudur. Lâtince kökle bir kelime olan tam da sinonim bunu anlatır. Bir dilde derinleşmek isteyen herkes bir safhada o dilin sinonim lûgatını elde etmek ister.
Kelimelerin , bilhassa sinonimlerin sayısı azaldıkça beşerî ilişkilerde pek çok tıkanıklık ortaya çıkması mukadder olur. Yâni, dilde fakirleşme ilişkileri bozar. Hislerimizi, fikirlerimizi anlatmakta zorlanırız. İfâde imkânları daraldıkça meselelerin hâlledilmesi biraz daha müşkil bir hâle gelir. Buna ilâveten yeni meseleler de hâsıl olur. Pek araştırıldığına şâhit olmadım. Ama günlük hayatta , dil fakirleşmesiyle şiddetin tırmanması arasında bir yakınlık olduğunu zannediyorum. Fâkir bir dil üzerinden meseleleri medenî yollardan hâlletmenin yerini karşısındaki ezerek, hattâ yok ederek neticeye varmak kolaycılığı alır. Evet, dil kaybının mukadder kıldığı diğer ve daha mühim bir kayıp medenî kayıplar olsa gerekir.
Elyevm hâkim olan küresel kültür , durumu belki de içinden çıkılmaz seviyelere taşıyıp ağırlaştırıyor. Narsisist bireylerden meydana gelen toplumlar , pek çoğu hastalıklı olan alevli hissiyatlarını en kısa yollardan en keskin eylemelere döküyor. Sistemler, rekâbetçiliğe dayalı başarı güzellemeleri üzerinden bireyleri mütemâdiyen günlük hayat mücâdelelerine sürüyor. Esâsen bu sosyal darvinciliğin en ileri safhası. Her yarışma rakipleri ezmeye, eksiltmeye dayanır. Bu gayrı insânî hâl , ilerleme için tabiî , kaçınılmaz görülür ve güzellenerek yüceltilir. Kutsanmış rekâbet ve bunun neticesinde elde edilmiş başarıların, kaybedenleri nasıl bir yıkıma sürüklediği , arkasında nasıl bir enkâz bıraktığına ise hiç bakılmaz. Başarı, ister tekil ,ister takım seviyesinde olsun her zamân için tekil bir durumdur. Başarının tekilliği, çokluğun kaybını anlatır. 1960'larda, Anglosakson dünyâda başlayan ve daha sonra, bilhassa Sovyetlerin çöküşünden sonra iyice şımararak azgınlaşan rekâbetçi kültür ideoloji ve pratikleri tekmil dünyâya yayılarak hegemonik bir nitelik kazandı. Bu, vahşi rekabetçiliğin doğurduğu veyâ doğuracağı muhtemel dengesizlikler önünde şöyle böyle de olsa târihî bir direnç vazifesi gören mevcut kamusal blokları dağıttı. O günlerde çok az sayıda insan bu gidişâtın çok kötü neticeler doğuracağını söylüyor ; köhnemiş kamusalcı modellerin yerine yeni modeller üretilmesi gerektiğini yazıp çiziyordu. Ama bunlara revâ görülen muamele, alaycı bir küçümseme ve dinazorluk suçlamasıydı.
Kritik olan hususlardan birisi de, başarının kıstaslarının yozlaşmasıydı. Aydınlanmadan başlayan ve asırların kraliçesi olan 19.Asırda burjuva değerleriyle sulanan, zihnî ve ruhî zenginleşme kıstaslarına yerleştirilen başarı modelleri hızla gözden düşüyor; başarının kıstasları en kaba mânâda ekonomikleşiyor ve materyalistleşiyordu. Bunun yegâne karşılığı tüketimde olabilirdi. Tüketim kapitalizmi tam da bunu karşılar. Artık modası geçmiş olan başarı kıstasının toplumsallığa tahvili, kendisini başarmak temelinde tamamlamış olan bireysel başarı birikimlerinin orkestrasyonundan ibâretti. Hâlbuki yeni başarı modelindeki kıstas, doğrudan ve daha bidâyette rekâbete açılıyor ve pozitif mânasından arındırılarak negatifleşiyor; doğrudan başkalarını eksiltmek istikâmetine taşınıyordu. Tam tüketici-eksik tüketici arasındaki fark başarının yegâne göstergesiydi. Kendisine hiçbir zihnî ve rûhî yatırım yapmamış bireylerin vahşî bir rekâbet neticesinde varlık kazandırmasının tüketimdeki karşılığı ne olabilirdi ki Bunun da en az hazırlık ve birikim safhalarının nitelikleriyle uyumlu olması şaşırtıcı olmayacaktır. Vahşî yollardan elde edilen servetlerin tüketimi de en az o kadar vahşî olacaktır. Her vahşî tüketim kendisinden sonra gelecek olan tüketim evresini en az bir kat daha vahşîleştirmesi mukadderdir. Tüketim bir tarz-ı hayât hâline geldiğinde bunun bir doyum noktası yakalaması da mümkün olmaktan çıkar.