Atlantik çatlağı

II. Genel Savaş sonrasında kurulan dünyâ düzeninde, sermâyenin yoğunlaşma merkezlerine dikkât etmek çok mühimdir. Bu yoğunlaşmalar, aynı zamanda dünyâ işbölümünün nasıl şekillendiğini gösterir. Buna göre, ABD ile Kıt'a Avrupası arasındaki bağ, ana yoğunlaşma merkezini oluşturmaktadır. Diğer sıklet merkezi, Pasifik üzerindeki ABD-Japonya ekonomilerinin arasındadır. (1970'lerin sonundan başlayarak, buna ABD-Güney Kore ekonomik entegrasyonu eklemlenmiş olduğunu da kaydetmeliyiz).Bu tabloda tuhaf olan husus, ABD'nin, bilhassa Marshall Yardımları üzerinden eski düşmanlarını ihyâ etmesidir. Ne için yaptılar bunu Bir defâ ABD'nin bunu son derecede bilinçli yaptığını söyleyebiliriz. ABD, Almanya ve Japonya'ya sermâye akıtarak, kendisini ölümüne işe adayan bir çalışma kültürüne sâhip olan bu iki ulusu tam kapasite harekete geçirdi. Buralarda oluşan artık değeri, kendi parası olan ABD Doları'na bağlayarak çekiyordu. Bu fazla üzerinden de ABD, kendi tüketim modellerini geliştiriyor ve hegemonyasını tekmil dünyâya kabûl ettirir hâle geliyordu. 1970'lerde, ABD'ye şu veyâ bu sebeple ziyarette bulunmuş Alman veyâ Fransız arkadaşlarımın, intibâlarını nasıl büyük bir hayret ile anlattıklarını hatırlarım. Hayret ortak paydalarıydı. Az bir kısmı ABD hayretini hayranlığa tahvil eder, kısm-ı âzamı ise, belki de biraz kıskanarak, Avrupalılık egosuyla Amerikan yüzeyselliğini, tüketimciliğini küçümseyici ifadeler kullanırlardı. O zamanlar pek anlamazdım; ama zaman içinde ABD ile Avrupa'nın aslında derin bir zihniyet bölünmesi içinde olduğunu kavradım. Angloamerikanörüntü ile Kıt'a Avrupası örüntüsüydü bu. Görünüşte her ikisi de Batı'ydılar; ama iki farklı Batı NATO üzerinden kurulan askerî bir ittifak temelinde, birlikte düşman Demirperde'ye karşı bir duruşun disiplini içindeydiler. Aralarındaki ticârî dolaşımın hacmi, ekonomilerinin takriben 80'ine karşılık geliyordu. Avrupa ayağa kalkmış, savaşın yaralarını kısa zaman zarfında sarmış, rutinize, bürokratize, hukuklu ve garantili bir üretim toplumu modelini geliştirmişti. Ama nihâî tahlilde ipleri Angloamerikan blokun elindeydi. Eurodolar temelli finansal işlemler üzerinden bu blok, Avrupa'nın ürettiği değerleri kendi çevrimine sokuyordu. 1970'lerden başlayarak ABD ve İngiltere, petrodolar üzerinden bu bağımlılığı daha da katmerleştirmişti. De Gaulle'ün bütün gayretleri bu baskılarla mücâdele etmekti. Alman siyâset kadroları ise o denli baskı altındaydılar ki, seslerini Fransız siyâsetçiler kadar çıkaramıyor; lâkin Fransa ile ezelî iki düşman olma psikozunu yeniyor ve AB'nin kurulması için Fransa ile ortak hareket edebilecekleri alternatif bir zeminin oluşması için fırsat kolluyorlardı. AB bunun meyvasıydı. Diger taraftan, Brandt Doktrini üzerinden Rusya ile yakınlaştılar.1990-2000 arası, yâni Soğuk Savaş'ın çözüldüğü zaman aralığı, AB'nin en parlak zamanı oldu. Ekonomileri güçlüydü. İki Almanya birleşmişti. Bir taraftan da genişlemekteydiler. Ama burada bir yol kazâsı yaşadılar. Bu kazânın baş müsebbibinin yine Almanya'ya has bâzı kültür ve zihniyet takıntıları olduğunu düşünüyorum. Almanya, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Rusya içinde yaşanan kuvvetten düşme ve istikrarsızlıkları değerlendirerek kendi Lebensraum'unu büyüteceği ve Drang Nach Osten siyasetlerini canlandıracağı vehmine kapıldı. Diğer taraftan AB, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Çin'in yükselmesinden