Benedict Anderson ulus devletin, bir "hayal edilmiş cemaat" (imagined community) olduğunu söyler.
Anderson'a göre ulus devletler, mensuplarının büyük çoğunluğunun birbirini tanımadığı, bizzat görmediği büyük cemaatler gibi tasavvur edilirler. Bireyler, birbirleriyle "hayali" bir bağ kurarak kendilerini aynı ulusuncemaatin üyeleri olarak görmek isterler.
Ulus devletlerin yöneticileri de, vatandaşlarını bir araya getiren güçlü bir aidiyet duygusu üretmek için çabalarlar.
Ulus, fiziki olarak tecrübe edilmeyen, ancak ortak kültür, dil, tarih ve sembollerin birleştirdiği varsayılan hayali bir topluluktur.
Burada problem, ortak kültür, dil, tarih ve sembollerin belirlenmesinde ortaya çıkar.
Üzerinde en kolay uzlaşılan ortak payda, vatandaşların üzerinde yaşadığı topraklar, yani vatandır.
O yüzden tüm dünyada vatanseverlik en yaygın, en kolay kabul gören ortak duygu gibi görünür.
Mecburi bir ortak payda oluşu, vatanseverliği tüm ulusların en yaygın ideolojisi yapar.
Fakat bir ulus devletin temellerindeki vazgeçilmez unsur olan vatanseverlik, toplumu bir arada tutacak sosyal harç olarak tek başına yeterli değildir! Başka ortak paydalara ihtiyaç vardır.
Ülkedeki en güçlü, en kalabalık ya da en kesin inançlı gruplar kendi "değerlerinin" tüm ulusun değerleri olarak benimsenmesi gerektiğinde ısrarcı olurlar.
Örneklendirelim.
Dindar Sünni Müslümanların pek çoğuna göre Türkiye bir İslam ülkesi sayılmalıdır. Ülkedeki tüm gayri müslim unsurlar kendilerine bu ülkede yaşama hakkı verildiği için şükretmeli ve çoğunluğun benimsediği ana akım İslami değerlerle örtüşmeyen taleplerde bulunmamalıdırlar.
Türkçü, milliyetçi, ulusalcı, ırkçı grupların mensuplarına göre Türkiye, esasen Türk ırkından olanların yurdu olarak görülmelidir. Ülkedeki etnik azınlıklar ancak kimliklerini inkar edip asimile olmayı kabul ederek ve kamusal alanda farklılıklarını saklamaya razı olarak varlıklarını sürdürebilirler.
Kemalist, Batıcı, aydınlanmacı grupların müntesiplerine göre Türkiye, sadece kendileri gibi "aydınlanmışların" ülkesi olmalıdır. Hem dini, hem etnik farklılıklar ancak onların izin verdiği ölçüde görünür olmalı, 20. asır başlarının pozitivizmini bir din gibi benimsemeyen herkes baskı altında tutulmalıdır.
Misal verdiğim üç grubun da kendi (sosyolojik bağlamda) cemaat kavrayışını tüm topluma bir üniforma gibi giydirme derdinde olduğu, sanırım aşikârdır.
Fakat seksen beş milyonluk bir ülkeye hiçbir ırkın, dinin, ideolojinin üniforması giydirilemez.
Tüm ülkeyi sanki homojen bir cemaatmiş gibi düşünmek fahiş bir hatadır.

90