ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!

Hayat süratle ilerlemiş, şartlar değişmiştir.

Binlerce yıl önce gelmiş din kaideleri bu sürate nasıl ayak uydurmuştur

Fi tarihinde etraftan bazılarının dinî bir bahis geçtiğinde, "Zaman insana uymaz, insan zamana uymalı!" dediğini işitirdim. Bu sözün manasını merak eder; ancak kaçamak bir ifade olduğunu da sezerdim.

"Bilse bilse o bilir!" diyerek bir gün gidip mahallemizdeki caminin ihtiyar vaizi Necmi Şamlı hocaya sordum. "Bu söz Hazret-i Ali'ye aittir. Çocuk terbiyesi hakkındadır" dedi.

Hazret-i Ali, kendisine gelerek çocuklarını yetiştirmekte zorluk çektiğinden yakınanlara, "Onları hangi usule göre terbiye ediyorsunuz" diye sormuş. "Elbette ki babalarımızdan gördüğümüz gibi" diye cevap vermişler.

Bunun üzerine "Çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usullere göre değil; zamanın icaplarına göre terbiye edin. Zaman size uymazsa, siz zamana uyun!" buyurmuş.

Her devrin hükmü başkadır

Sonradan aslının, "Likülli makâmin makâl ve likülli zemânın ricâl" olduğunu öğrendiğim bu söz, şüphesiz realitenin tam bir ifadesidir. "Her yer için söylenecek söz ve her devrin insanı başka başkadır" manasına gelir.

Bir başka versiyonu Şair Ziyâb bin Gânim'in bir kasidesinde geçer: "Likülli zemânin devletün ve ricâlün" der. "Her devrin hükmü ve insanı değişiktir" demektir. Bu sözün hadis-i şerif olduğunu söyleyenler de vardır.

Âli İmrân sûresinin "Öyle günler ki onları insanlar arasında bazen lehlerinde bazen aleyhlerinde nöbetleşe döndürür dururuz" mealindeki 140. âyet-i kerimesinin de şerhidir. "Devlet" değişmek, dönüşmek manasına gelir

Seydi Ali Reis, "Gördün zemâne uymadı, uy sen zemâneye!" demiştir. Bu, örfteki değişikliklere dairdir.

Garb ve Şark

XVIII. asırdan itibaren Hristiyan garb dünyası, askerî, iktisadî ve teknik cihetten İslâm dünyasını geçmiş, hatta onu tehdit etmeye başlamıştı. O tarihlerde yaşayan Müslümanlardan bunun farkına varanların sayısı hiç de az değildir.

Aradaki açıklığın giderek arttığı sonraki asırda, bu tehditlere mukavemet hususunda iki farklı temayül doğdu.

Birincisi, kendisini hiçbir kayıt altında hissetmeden, her hususta aynen Batılı gibi olmaya çalışmak lâzım geldiğini söyler. Bunun için de dünya görüşünden, dinî müesseselere kadar her şeyi modernize etmek gerekir.

Bunlardan bazısı garbın ileri gitmesini Hristiyanlıktan biliyor, şarkın geri kalışını da Müslümanlığa yüklüyordu.

Hâlbuki garbın bu hâlinde Hristiyanlığın nüfuzunun azalmasının çok tesiri vardı. Garb, Hristiyan olduğu için değil; aslında dünyayı kötüleyerek, hep ölümden sonraki hayatı yücelten dogmatik Hristiyanlık telâkkilerinden uzaklaştığı için muvaffak olmuştu.

Nitekim koyu Hristiyan olduğu hâlde, o zaman da şimdi de medeniyet cihetiyle çok geri ülkeler vardır. Başta Habeşistan olmak üzere Afrika hükûmetlerinin ekserisi, ayrıca Latin Amerika devletlerinin hepsi Hristiyanlığa çok bağlıdır.

Zamana nasıl uyulur

İslâm dünyasındaki ikinci temayül ise, İslâm dünyasının, Müslümanlar İslâmiyet'in emirlerine hakkıyla riayet etmediği, bid'at ve hurafelere bağlandığı için bu hâle düştüğünü, öyleyse yeniden İslâmiyet'in emirlerine hakkıyla sarılarak meselenin hallolacağını söyler.

Bu ikinci temayül sahipleri arasında da ciddi görüş ayrılıkları vardır. Bir grup, Kur'ân ve Sünnet'in yeni bakış açılarıyla ve zamanın şartlarına göre yeniden tefsiri lâzım geldiğini müdafaa eder. Fâiz yasağı, çok kadınla evlilik, harem-selâmlık, kadının vârisliği, çalışması ve şahitliğinde olduğu gibi.

Ziya Gökalp gibi müellifler, Kur'ân-ı kerimdeki "Örfü emret" mealindeki âyete, âdet manasını vererek, her çeşit âdetin dinin önünde yer alacağını söylediler. Hâlbuki burada "örf", dinin ve aklın kabul ettiği iyilikler demektir. Resulullah'ın o zamanki insanlara mevcut örfleri emretmediği, hatta çoğunu değiştirdiği belli bir şeydir.

Eskiye dönmek mi

Buna mukabil diğer bir grup samimî bir takva ile ve sünnete sarılarak eski ihtişamlı günlere dönülebileceğini söyler. İşte bu temayül, Osmanlı ıslahatının da esas temasını teşkil eder: Kanun-ı kadîme ircâ. Yani önceki düzene dönüş. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı bunu açıkça beyan eder.

Ama bu o kadar kolay olmayacaktır. Şark, garbın örf ve âdetlerinden sarf-ı nazar ederek, yalnızca ilim ve tekniğini almaya talip olmuştu. Hâlbuki sosyal normları ve ananevî düşünceleri değiştirmeden teknik üstünlüğü sağlayabilmek, bir başka deyişle kalıp benzerken kalbin benzememesi zordur.

Bir yandan Garb müesseselerine benzer şekilde teşkilat ıslah edilirken, hayat tarzı ve zihniyette Şark tasavvuru muhafaza edildi. Bu düalite (ikili hayat), uzun zaman devam etti. Bugün bile kokteylden çıkıp işkembeciye gidenler; partilerde Avrupai danstan sonra, gecenin ilerleyen zamanında coşkuyla kasap havası oynayanlar çoktur.

İlahi sınırlar

Din donuk, statik değildir. Değişmenin sınırlarını yine bizzat kendi koyar. Kur'ân-ı kerimde mealen, "Bunlar hududullahtır (Allah'ın koyduğu sınırlardır.)Bunları aşmayın!" buyuruluyor.

Din, zamana adapte prensip ve usulünü bizzat kendi bünyesinde sıhhatli bir şekilde taşır. Dinin esasını nasslar (dogmalar) teşkil etse bile, bunların örfe göre tespit ve tefsiri, beşerî bir faaliyet olduğu için zamanla değişiklik gösterebilir.

İşte örfler değiştikçe, zaman bozuldukça değişmesine imkân veren prensip, İslâmiyetin dinamizmini temin eden en mühim âmil ve bunu gösteren en bâriz misaldir.